Biz salgın gibi bir durumu yaşarken herkesin aynı donanımla olaya yanıt vermesini bekliyoruz. Kendi hikâyesinde şiddetli kaygı bozukluğu olan birinin durumu sizinle aynı serinkanlılıkla ele alması mümkün mü? Ya da tam tersi daha önce hiçbir yıkıcı yaşam olayı olmayan birinin, mesela bir ergenin, olup biteni sizinle aynı ciddiyetle kavraması mümkün mü? Aynı fıkraya biri kahkahalarla gülüp biri donup kalıp biri de hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlayabilir. Hangi olayın kimin neresine çarpıp incittiğini bilemeyiz.

Bireysel farklılıklarımızı anlamak

NESLİ ZAĞLI

“Yaşım ilerledikçe daha iyi görüyorum; önemli olan öğrenmek değil anlamakmış”
Ferit Edgü

Dünyayla aynı anda yaşadığımız pandemi süreci, insan psikolojisi ve davranışı ile ilgili müthiş meraklar yaratarak devam ediyor. Belirsizliğin, yoksunlukların, değişimlerin ve en önemlisi hastalık ve ölüm kaygısının uç noktalara ulaştığı bu dönem, eminim ki sonrasında sonu gelmeyen araştırmaların konusu olacak. Klinik psikoloji, sosyal psikoloji, deneysel psikoloji gibi psikolojinin alt dallarında “Bizim başımıza ne geldi?” sorusuna uzun uzun yanıtlar aranacak. Kısacası tarihi bir dönemden geçiyoruz ve aslında bu soruları sormak ve zihin yormak akademik psikolojinin tekelinde değil. Özellikle zorlayıcı yaşam olaylarıyla karşılaştığımızda hepimizin birer demo-psikoloğa dönüştüğümüz kesin. Çünkü insanı anlamak, doğayı ve hayatı anlamak bilimlerin tekelinde değil. Bizler için kendimizi ve çevremizde olup bitenleri bir eksene oturtabilmek büyük bir ihtiyaç. Bu süreç de eğitimden ve genel entelektüel düzeyden bağımsız. Örneğin hepimiz salgına karşı önlem alırken insanların sokağa çıkma yasağı öncesi pervasızca sokağa çıkmasını bir yönüyle anlamaya ihtiyaç diyoruz. Bu büyük luppo olayı, (Geçen hafta sokağa çıkma yasağı gelir gelmez, bir kişinin 100 kişilik markete girip sadece luppo alması) genel olarak insanların bir başka insanın davranışını yorumlamaktaki eğilimleri açısından önemli bir örnekti. Bunu açıklarken biri “Sürü psikolojisi” dedi, biri “Politik hata” dedi, biri “Sağ kalma güdüsü” dedi, biri “Sınıfsal” dedi. Aslında luppo bunların hepsi ve hiç biriydi. Hepsiydi çünkü herhangi bir insan davranışı evrimsel ve sosyopolitik süreçlerden bağımsız düşünülemez. Ama aynı zamanda bunların hiç biriydi çünkü o gece market ve fırın kuyruğuna giren herkesin cebinde farklı para, aklında başka endişe, dünyayı algıladığı başka bir çerçeve ve apayrı bir hazin öykü vardı.

SOSYAL KIYASLAMA

Gerçekten de salgın karşısında içine düştüğümüz ruh hallerinde, karantina sürecini yaşama şeklimizde, kaygı ve korkularımızda birçok ortak yan var. Nihayetinde insanız ve ortak bir tehdit algıladığımızda benzer reaksiyonlar göstermemiz anlaşılır. Bu hatta kendimizi güvende hissetmemize de neden oluyor: “Bak o ambalajları yıkıyormuş”, “Onun da uykusu bozulmuş”, “Onun da ara ara nefes darlığı oluyormuş sıkıldığında”, “O da bir kitap bile bitirememiş”. Bunları duymak bize iyi geliyor, çünkü yalnızlığımızdan kurtarıyor. İşte bu ortaklık duygusunu bozan herhangi bir şey de bizde ciddi bir kaygı yaratabiliyor. Çok önlem almasına ve maruziyeti az olmasına karşın, hastalanan birini duymak örneğin çok yıkıcı olabiliyor zihinsel açıdan. Burada hemen sosyal kıyaslama devreye giriyor. Benzer koşullarda yaşayan insanların virüsten eşit oranda korunabileceğine inanmak istiyoruz. Oysa o kişinin riskli olabilecek temaslarını, genel sağlığını, bağışıklık sistemini bilmiyoruz. Benzer şekilde karantina sürecini çok iyi yönettiğini düşündüğümüz bir kişinin de bireysel farklılıklarını bilmiyoruz. Bu kişi daha önce başka zorlu yaşam olaylarından geçti mi, kaygısından korkup bastıran ve hiçbir şey yokmuş gibi yaşamayı deneyen biri mi, şu an işlevsel olması bu sürecin sonuna böyle erişeceğinin garantisi mi? Bunları hiç bilmiyoruz. Ama sosyal kıyaslama o kadar otomatik olarak devreye giriyor ki tek derdimiz olumluları benzerliğe, olumsuzları farklılığa atfetmek oluyor. Sosyal kıyaslamanın evrimsel bir değeri olduğu aşikâr çünkü kendiliğin belirsizlik içinde savrulmasını engelleyerek zihinsel bir konumlandırmaya olanak veriyor. Hem de hızla ve pratik bir şekilde. Oysa insan yaşamını anlamlandırmanın yolu hemen bilivermekten değil anlamaktan geçiyor. Kıyaslama işin içine girince de anlamanın verdiği kapsayıcı huzurdan feragat ediyoruz.

KİM BİLİR NE YAŞADI?

Birbirimize benzemediğimiz yanların hem tedirgin edici hem de bizi renklendirip canlandırabileceği noktalar var. Psikoterapi seanslarında danışanların kendine dair biricik ve farklı özelliklerini kabul etmekte yaşadıkları zorluk beni hep şaşırtmıştır. İnsanlara “Seni sen yapan işte bu değerler, bunlara tutun” demek zor. Farklılığa toleransımız o kadar az ki. İşin ilginç yanı bu insanın kendi farklılığını ele alışını da etkiliyor. Örneğin cinsel, etnik, fiziksel, ideolojik farklılıkları olan kişilerin dışarıdan hiçbir müdahale olmasa da kendi bireysel farklılığıyla ilgili yargılayıcı olabildiğini görüyorsun. Bu bir LGBTİ bireyin ya da damgalamaya açık bir kronik psikiyatri hastasının kendi bireysel serüvenini kabul edememesine yol açıyor. Zaten yeterince yargılayan insan varken insanın kendi tırmığı olması çok yorucu. Öykülerimiz, seçim ve yönelimlerimiz, mücadelelerimiz birbirinden farklı. Bu nedenle de insanlığın başına ortak bir hadise de gelse onu yaşayışlarımız farklı. Farklılıklarımız henüz anne karnındayken başlıyor ve doğum ile birlikte yaşadığımız her olay, her anı ve insanla şekilleniyor. Genetik alt yapımız, tıbbi süreçlerimiz ve baş etme mekanizmalarımız yaşadığımız çevreyle, koşullarla ve olaylarla etkileşerek bizi dünya üzerinde bir tane daha olmayan bir varlık haline getiriyor. Oysa biz salgın gibi bir durumu yaşarken herkesin aynı donanımla olaya yanıt vermesini bekliyoruz. Kendi hikâyesinde şiddetli kaygı bozukluğu olan birinin durumu sizinle aynı serinkanlılıkla ele alması mümkün mü? Ya da tam tersi daha önce hiçbir yıkıcı yaşam olayı olmayan birinin, mesela bir ergenin, olup biteni sizinle aynı ciddiyetle kavraması mümkün mü? Aynı fıkraya biri kahkahalarla gülüp, biri donup kalıp, biri de hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlayabilir. Hangi olayın kimin neresine çarpıp incittiğini bilemeyiz. Ceplerindeki parayı, çocukluk çağı travmalarını, zevklerini, renklerini bilemeyeceğimiz gibi… Bu nedenle farklılıklara nezaket şart. Salgında bile, bilhassa da salgında. Çünkü gerçek şu ki hepimiz bu psikolojik ve fiziksel tehdit karşısında öyle ya da böyle yorgun düştük. Gerçek hayatta pek karşılaşmıyoruz ama sosyal medyada karşılaştığımız insanların farklılığını teslim etmek önemli. Türkçede çok kullanılan bir söylem var “Kimbilir ne yaşadı” diye. Birbirimizi algılama ve yargılama süreçlerimize bu söylem rehberlik etmeli.

SERVİS EDİLMEYEN TEHDİT

Önümüzdeki sürecin belirsizliği hepimiz için önemli bir ruhsal tehdit. Yaşamlarımız 'kurtulduktan' sonra kurtarmamız gereken sosyal ve ekonomik süreçler olacak. Bu ülke bu sağ kalım mücadelesini iyi kötü kotarsa da zaten çökmüş bir eğitim, ekonomi ve adalet için hayata dönüşün nasıl yaşanacağı da belirsiz. İşin aslı biz yaşadığımız bu ülkede ekonomik, sosyal, hukuksal, eğitimsel belirsizliklerle harman olmuş bir şekilde yaşayıp gidiyorduk. Aradaki fark sanırım ilk defa yönetenler tarafından dikte ve servis edilmeyen bir tehdit olması. Ama her ne kadar ilgimiz dağılmış olsa da, bu kar sessizliğinde bile talan, rant, suçun sokağa salıverilmesi eksik kalmıyor. Bu tatsız ve uğursuz anılar da pandemi ve karantina anılarımız arasına serpiştiriliyor. Ama herkes kendi öyküsünü kendi biricik tarifiyle harmanlıyor. Kimi Salda Gölü’ndeki dozeri hatırlayacak, kimi luppoyu, kimi mafya babasını, kimi benim gibi motorunun üzerinde 15 dakika uyuyakalan kuryeyi ve ajansın bir kız çocuğunun tecavüzcü kocasını beklediği haberini. Her zaman olduğu gibi bu salgında da duyarlılıkları ince ince sızlayan bir yara gibi yaşamak çok zor. Çünkü yaramıza denk gelene dikkat kesiliriz, yaramıza denk gelene inanırız, yapışırız ve unutmayız. Öykülerimizi de, yaralarımızı da, uğradığımız haksızlıkları da, adaletsizliği ve kötücüllüğü de anlamamız gerekiyor. Biricik yanlarımızla dünyayı kavramamız ve farklı olan bir ötekini yargılamadan önce onun da bir öyküsü olduğunu hatırlamamız gerekiyor. Bence en çok ihtiyacımız olan da kazandıklarımıza ve kaybettiklerimize dair büyük büyük radikal yorumlar yapmadan anlamaya ve yeni iç dünyamıza uyum sağlamaya çalışmak. Sonrasında çok istersek romanını, şarkısını, politikasını yaparız.