Meryem Göktepe 8 Ocak akşamı saat 23:00 sıraları Metin ile konuşmak için evi aradım. Telefon birkaç defa çaldı, açılmayınca ‘uyumuştur’ düşüncesiyle kapattım. Cep telefonu henüz hayatımızda olmadığından ya gazeteden ya da evden haberleşebiliyorduk. O gecenin sabahı çok etkilendiğim bir rüyayla uyandım. Bir dere kenarındayım, küçük parlak bir dolu balık yakalıyorum. Ancak yine küçük bir karabalığı […]

Biriktirdiğimiz acıların tam ortasında: Metin

Meryem Göktepe

8 Ocak akşamı saat 23:00 sıraları Metin ile konuşmak için evi aradım. Telefon birkaç defa çaldı, açılmayınca ‘uyumuştur’ düşüncesiyle kapattım. Cep telefonu henüz hayatımızda olmadığından ya gazeteden ya da evden haberleşebiliyorduk. O gecenin sabahı çok etkilendiğim bir rüyayla uyandım. Bir dere kenarındayım, küçük parlak bir dolu balık yakalıyorum. Ancak yine küçük bir karabalığı yakalayamıyorum. Bu beni çok üzmüştü. Uyandığımda bile etkisindeydim.

Balık kısmettir!

Rüyayı, bir iş arkadaşıma anlatıyorum. “Güzel bir rüya, balık kısmet” diyor. Ama aklım yakaladığım balıklarda değil, yakalayamadığım o küçük karabalıkta. O sabah nedense masamda duramıyorum. İşyerinin 4 katı arasında inip çıkıyorum. Yerimdeyken, eski işyerimden arkadaşlarımın aradığı söyleniyor. Çok arayan var.

Karşılıklı oturduğumuz arkadaşıma, “Bugün ters giden bir şeyler var sanki. Birine bir şey mi oldu? Metin’e bir şey olmasın!” deyiveriyorum. Sonra, daha onun konuşmasına fırsat vermeden bu kötü düşünceyi aklımdan kovuyorum. Not bırakmış eski işyerimdeki arkadaşlarım; “Meryem bir yere ayrılmasın, ziyaretine geleceğiz, öğlen yemek yeriz” demişler.

En sonunda lise arkadaşımın kardeşi, Metin’in arkadaşı Uysal yakalıyor telefonda beni. “Hayırdır diyorum, ablan ve abin de aramış. Bir şey mi oldu? Neden herkes beni arıyor? Karşımdaki sesin tınısını ölçüyorum; sakin gibi. Görüşmek istiyor, acil hem de. “Gel işyerine” diyorum. “Dışarda buluşalım” diye ısrar ediyor; “Kısa sürecek…” Sorun ne, neden bu ısrar? Kendisiyle ilgili bir meseleden, yardımıma ihtiyacı olduğunu söylüyor. İkna oluyorum. İşyerime yakın bir yerde buluşma kararlaştırıyoruz. Yol boyunca Metin geliyor aklıma, kovuyorum düşüncelerimi. İçimden Uysal’ın ailesiyle paylaşamayacağı bir sorunu olmalı diye geçiriyorum. Buluşuyoruz… Yüz ifadesinden bir şeyler yakalamaya çalışıyorum. Sakin görünüyor ama yanındaki genç kadın biraz tedirgin gibi. Orada tanışıyoruz. Acaba onun mu bir sorunu var? Gazeteye gitmemizi teklif ediyor, ayaküstü konuşulmayacağını söylüyor Uysal. Karşıma alıyorum, “Söyle, her neyse” diye sarsıyorum. Bir önceki gün cezaevinde öldürülen tutsakların cenazesi… Metin izlemiş, yaralılar varmış… “Uzatma” diyorum. Evrensel’den… Metin de yaralıymış, hastanede… Ama hangi Metin bilmiyoruz…

Ne farkeder ki! “Gazeteye gidelim, oradan hastaneye geçeriz” diyor. Nasıl aldık yolu bilmiyorum, içeri girdiğimizde bir grup genç bakıyor bana. Biri “Ablasıymış” diyor. Abimi arıyorum, yengem çıkıyor; “Metin yaralıymış, Çapa’daymış, çabuk olalım.

Bir araçtayız, Çapa değil Cerrahpaşa yolundayız. “Buradaymış, öğrendik” diyorlar. Kavrayamıyorum… Neden Adli Tıp’ın önündeyiz? Bir genç kadın ağlıyor, hayır yerlerde sürünüyor. Sakinleştirmeye çalışıyorlar. Sonradan öğreniyorum, Metin’in kız arkadaşıymış. Abimi görüyorum; “Nasıl Metin, ne olmuş, durumu nasıl?” Cevap yok… Onu yumrukluyorum: “Nerde, nasıl Metin?” Her yeri karartan, herkesi ve her şeyi kaybeden o cevap: “Anla işte… Metin ölmüş!

Gözlerimi açtığımda kaldırımın kenarındayım. Çığlık çığlığa. “Sus” diyor birileri, “Polisler gülüyor, sevindirme onları.” Acım orada, o anda başka bir şeye dönüşmek zorunda. Anlıyorum. “Duvardan düştü, sandalyeden düştü” diyorlarmış. Abim de tam bilmiyor, kurşun mu, işkence mi? Otopside belli olacakmış ama avukatı almıyorlarmış. Aileden olursa alırlarmış. “Ben” diyorum, “Girerim ben. Yeter ki gerçek ortaya çıksın.” Gerçek? “Gerçek uğruna giden bir can için gerçek.” Girmek istediğimizi kararlı bir biçimde söylüyorum deli cesaretiyle. Neden sonra avukatımızı kabul ediyorlar. Çıktığındaki yüz ifadesi hâlâ gözlerimin önünde. Yeşile çalmış yüzü. Sürekli; “Bu vahşet, bunu bir insan nasıl yapar. Metin nasıl hâlâ güler?” diye tekrarlıyor.

Birileri önce Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’ne gidileceğini söylüyor. Bedenimde başka birini adeta sürükleyerek götürüyorum oraya. Cemiyet, Metin’in genç gazeteci arkadaşları tarafından işgal edilmiş. Başkan ile görüşülmek isteniyor. “Gazetecilerin sahiplenilmesi” talep ediliyor. Konuşmalar, tartışmalar arasında valiliğe yürüneceği söyleniyor. Ben nasıl gittim oraya? Derken bir genç gazetecinin elinde Metin’in fotoğrafı… Ağlıyor… Çığlığı beni gerçekle buluşturuyor sanki. Metin gerçekten öldürülmüş! Ahmet Şık o genç. Birden Metin oluveriyor. Sarılıp ağlayarak onu teselli ederken buluyorum kendimi. Öylesine isyan, öylesine acı ki ağlayışı, haykırışı. İşte o günden sonra benim için Metin oluyor.

Kötü bir rüyadır bu, nasıl söylerim anneme? Bir arkadaşımın eşi beni alıp eve götürüyor. Taksideyiz. Kucağımda Metin’in fotoğrafı. Camı açıp avazım çıktığı kadar haykırmak istiyorum. Annemi düşünüyorum, nasıl yüzleşeceğimi. Sabahlara kadar aynı odayı, karşılıklı kanepelerde konuşarak uykuyu paylaştığı Metin’in öldüğü ona nasıl söylenir? Saat geç, hava kararmış. Anneme gidiyorum ama karşılaşamıyorum bir türlü. Yaşamaktan utanıyorum, karşılaşmaktan korkuyorum. Arkadaşlarım var, beni yengemin odasında uyutmuşlar. Sakinleştirici yapılmış.

Bir müzik sesine uyanıyorum. Ferhat Tunç’un sesi ve sazı; tanıyorum. Kötü bir rüya gördüğümü düşünüyorum, neden Metin ölse türkü söylensin ki evde? Elime batırdığım toplu iğneyi yoklayınca gerçekle bir defa daha yüzleşiyorum.

Metin’in yasını bile tutamadan, daha ilk günden cinayetin izini sürmeye başlıyoruz. Büyüyen dayanışmayla katillerinin yargılandığı ilk gazeteci davası oluyor. İlk duruşmadan 10 gün önce beni bir arkadaşımla evimden alıp, gözlerimizi bağlayarak Vatan Terörle Mücadele’ye götürüyorlar. İşkence yaptıkları erkeklerin sesini dinleterek işkence ediyorlar bana. Bir polis, “İyi dinle, bak kardeşini de böyle öldürdük” diyor. Delirmek üzereyim. 4 yaşında kızımı, annemi düşünüp kapatıyorum kendimi. Sürekli telkinlerle sabahı ediyoruz. “Kişisel bilgilerini yaz” diye uzattıkları kâğıda yazmayacağımı, zaten bildiklerini söylüyorum. Sonra Metin’i yazmış olmak için kardeşlerimin adını yazıyorum. Metin’in karşısına; “Polis tarafından öldürüldü” yazmış olmam tartışma konusu oluyor. “Yaşayan kardeşlerini yaz diyor” birisi. “Öldürdünüz ama kardeşim o benim” diye diretiyorum… Düşünüyorum; çocukları yok mu bunların, nasıl seviyorlar bu ellerle? 22 yıl sonra anlıyorum ki bir katil zanlısı yakını olmak öldürülen birinin yakını olmaktan daha ağır. Yargılanan 48 polisten birinin yakınının benimle irtibat kurmak için yolladığı mesajdan anlıyorum. Bu yükün ağırlığıyla büyüdüğünü ve üzüntüsünü belirten o mesaj çocuklarının neler yaşayabileceğine dair bir yanıt belki de…

3 yıla yayılan sürgün dava… Katillere mahkûmiyet ve tutukluluk istediği için sürülen hâkim, çekilmek istenen mahkeme başkanı… İşlemeyen adalete emsal bir dava… Aynı zamanda dayanışmanın, birliğin, mücadelenin örüldüğünde ne kadar önemli olduğuna da örnek.

Biriktirdiğimiz acılar işin aslı; bütün bu acılar sadece bana ait değil elbette. Daha önce yitip gidenlerin de acısı var içinde. İlhan Erdost ailesinin… Behçet Aysan, Metin Altıok, Ümit Kaftancıoğlu, Hasan Ocak, Uğur Mumcu ailelerinin acısı. Hrant Dink’i kaybettiğimizde yaşadım aynı acıyı. Yine Ali İsmail’in dövüldüğünde, ortak acılarımız hepsi. Tüm çabamız yeni işkenceler, gözaltında kayıplar, ölümler yaşanmasın diye.