Çok değil bundan altı sene evvel Erdoğan, partisinin grup toplantısında 12 Eylül 2010'da yapılacak referandum üzerine dramatik bir konuşma yapıyordu. Evet oyu isterken hırçın değil duygusal bir ruh haline bürünüyor, 12 Eylül'de idam edilen gencecik insanların son mektuplarını okuyordu. Erdoğan'ı dinleyen milletvekilleri ise gözyaşlarına boğulmuştu. Gün 12 Eylül’le 'hesaplaşma' günüydü! Referanduma bir kez evet dendiğinde 12 Eylül'ün cezasız kalmış suçlarının hesabı sorulacak, failleri ahir ömürlerinde ibretlik cezalarını çekecekti! AKP'liler 30 yıl boyunca işkencelerin, idamların sorumlularını yargılatmak isteyen sol ve demokrat çevrelerin çabasını yok sayıyor, kendi 'paketlerinin' bir çırpıda yüzleşmeyi mümkün kılacağını savunuyordu. "İmkân olsa mezardakilere bile evet oyu verdirilse" diyen Gülen o günlerde iktidar çevrelerinde ve liberal cenahta pek makbuldü. Pakette AKP'ye güç devşiren birçok madde 'sivilleşme' vaadinin gölgesinde kaldı; tartışılamadı bile. Sonrasını zaten biliyorsunuz.

12 Eylülle hesaplaşacağını söz veren iktidar bir ayağı çukurda iki generali sorgulatmaktan başka bir şey yapmadı. Darbenin ürünü kurumlara dört elle sarıldı, onları iktidarın birer aparatı haline getirmek için epey süre Fethullahçılarla iş tuttu. Parlamenter sistemi tümden hedef alan 15 Temmuz Darbe Girişimi sonrasında dahi 12 Eylül mirası yaklaşımları ve araçları reddetmek yerine onun tüm muhalifleri tasfiye ve gözdağı operasyonlarını benimsedi. Trajikomiktir ki birkaç gün evvel Ankara Cumhuriyet Savcılığı 12 Eylül Darbesi’nin sorumluları hakkında açılan soruşturmada zamanaşımına işaret ederek takipsizlik kararı verdi. Böylece Türkiye bir kez daha yakın tarihini dizayn eden en büyük suçlardan biriyle yüzleşmeden yoluna devam etmeyi seçti. 2010'da siyasi bir şov uğruna istismar edilen annelerin yaraları ise kanamaya devam ediyor. 12 Eylül'ün soruşturulmadığı, 28 Şubat'ın sadece mağduriyet propagandası için kullanıldığı bir ülkede 15 Temmuz'un ve arkasındaki siyasi bağlantıların ne denli sahici bir biçimde araştırılacağı meçhul.

Bugünlerde cemaat operasyonu olduğu açıkça söylenen Ergenekon davaları sırasında iktidar kalemşorları, amaç 'vesayetten kurtulmak' ise hukuktan taviz verilebilir demekteydi. 'Eski hukuk' esnetilerek ya da geçersiz kılınarak 'yeni düzen' kurulabilirdi! Hukuk devletinin demokratik bir rejimin önşartı olduğunu bilmeyecek kadar cahil değillerdi elbette. Ancak kendilerine çıkar sağlayan siyasi operasyonlar için temel hak ve özgürlükleri feda edilebilir görüyorlardı. Bugün onların bir kısmı FETÖ'cülükten içeride. OHAL'in kalıcılaştığı, KHK'lerle polise verilen yetkilerin TCK ve CMK içine alınmaya çalışıldığı şu günlerde 'yeni düzen'in 'yasallık eşiği' belki onların tarif ettiği düzeyde ama kendileri umdukları yerde değiller. Elbette bize "gördünüz mü" diyerek el ovuşturmak yakışmaz. Yargılanmalarında hukukun temel prensiplerine uyulmasını talep etmekten alıkoyamaz. Fakat kimse bizden onları, Aslı Erdoğan'la, Necmiye Alpay'la aynı kefeye koymamızı beklemesin.

Zamanında Cemaat-AKP koalisyonunun organik aydınları, İslamcı burjuvazinin yükselişini bir liberalleşme öyküsü olarak anlatıyordu. İslamcılar kentlileştikçe demokrasiye daha çok sahip çıkacak ve devlet ile araya mesafe koyacaklardı. Bugün hapiste tutulan ya da suskunlaşan organik aydınların haklarını savunacak bir İslamcı burjuvazi yok görüldüğü gibi. Masal kötü bitti. Onların haklarını savunmak da vesayetçilikle, arkaik solculukla itham ettikleri isimlere kaldı. 'Tarihsel misyonu'na uygun olarak devlet yanında saf tutan laik burjuvazi ile İslamcı sermaye arasında demokrasi eşiği açısından çok büyük fark olmadığı da bir kez daha ortaya çıktı. 15 Temmuz sonrasında 'demokrasiyi kurtaran lider' olarak Erdoğan övgüsünde TÜSİAD ve MÜSİAD el ele. Buradan başkanlık sisteminin şakşaklayıcısı olmaya giden yol da uzun değil.

Ülke sınırları içinde ve dışında çatışmaların, savaşın yoğunlaştığı şu dönemde başkanlık sistemi 'tartışmasına' geri dönüş sürpriz değil elbette. 'Tartışma' dediğime bakmayın aslında ortada tartışma falan yok, sadece uygun zamanın beklendiği bir proje var. Türk sağının otoriter kanadının iştahla beklediği siyasi mühendisliğin son aşamasındayız. Önce fiili durum yaratıp sonra ona referans vererek yapısal değişiklik yapmak şark kurnazlığı ve ne demokratik ilkelere ne de siyasi ahlâka uygun. Darbeciler fiili duruma hukuki elbise biçmeye kalktığında sonuç 1982 Anayasası olmuştu. Şimdi OHAL gölgesindeki fiili duruma Başkanlık sistemini elbisesi giydirmek demokrasiye elveda demenin kısa yolu.