Fevkalade faal bir hafta geçirdim. Okunup bitirilmesi gereken kitaplar, bir anda yığılmış yazılar, tepemde Demokles’in kılıcı gibi duran bir çeviri (aslında birkaç tane ama ben en acil olanından söz ediyorum), bir de radyo programları tabii. 22’siydi galiba, Ankara Film Festivali’ne gidiyorum. Nihayet çok sayıda yerli filmin yanı sıra İnci ve İrfan’ı da göreceğim demektir. Bu arada normal dolaşmalar ve bir de kurultay cabası.

Bir de Film Festivali elbette. 36. İstanbul Film Festivali’nde film izlemeye Kanyon’da başladım. Sonra arka arkaya birkaç film için Atlas’a gittim. Dün de Beyoğlu’na siftah dedim, ama daha orada filmlerim var. Birer kez Pera Müzesi ile İtalyan Kültür Merkezi’ni de ziyaret ettim. En çok filmi ise Nişantaşı City’s’de gördüm. Benim için henüz bir meçhul olan Vincent Dieutre’in, ”bir ekolle ya da akımla bağdaştırma”nın mümkün olmadığı söylenen Fransız yönetmenin “Yalnızlık Alıştırmaları”ndan ilkini izler de “Gerisi gelsin!” dersem, Pera Müzesi’nden iki gün çıkmayacağım demektir.

Arka arkaya film izlemenin tuhaf bir yorgunluğu oluyor. Eskiden, gece sinemalarıyla birlikte, günde yedi tane izleyebiliyordum. Normalde beş tane, tabii. Şu anda da dört tane izliyorum ama o tuhaf yorgunluk hemen yakama yapışıyor. Gene de şikâyetim yok. Olağan şüphelilerle sık sık karşılaşmak da cabası. “Neyi gördün? Sonra da burada mısın? Onu çok beğendim, bunu kaçırdım....”

İlk akşam Kanyon’da filmimi beklerken, aynı salonda bir önceki filmden Atilla Dorsay çıktı. Benim girdiğim filme Erdoğan Mitrani de girdi. Yıllardır bu festivallerde, sair film gösterimlerinde birbirine rastlayan arkadaşlarız. Erdoğan, mutlaka Alejandro Jodorowsky’nin Sonsuz Şiir’ini görmemi tavsiye etti. Bir aksilik olmazsa Çarşamba’ya gidiyorum. Artık bizimle olmayan sevgili Mithat Alam’ı andık. Mithat’ın bu salonlarda olmayışı içimde telafi olmaz bir eksiklik duygusu uyandırıyor. FilmEkimi ile İf için de buraya gelen, başka festivallerde de sinemayı kovalayan Antalyalı meşhur Vahitimiz’e ise daha çok Atlas-Beyoğlu çemberinde rastlıyorum.

Belki biraz da kendimi iş kaçamağı yapar gibi hissettiğim için bu sinema seferleri bir macera duygusu da uyandırıyor. Çok da eğlenceli: Sadece bu festivallerde gördüğüm insanlar var, herkes herkesi tanıyor sanki. Merdiven inip çıkmamak için bana sunulan “iyi yer”den davetiyeleri özellikle City’s’de film başlamadan önce birinci sıradan biriyle değiş-tokuş etmek de küçük bir macera. Kimse A sırasından memnun kalmadığı için F ya da G’den bir yeri memnuniyetle karşılıyorlar. Dolayısıyla, sorular şöyle oluyor. “Yalnız mısınız? Arkada oturmak ister misiniz?” Özrümüzü beyan ediyoruz. Geçen yıl, şüpheli bir bakış eşliğinde, “Neden?” diyenler çıkmıştı ama bu yıl daha güvenilir bir tip edinmişim herhalde.

Ne yazık ki, Jim Jarmusch’un, Yaşayan Biri Hakkında Çekilmiş En İyi Belgesel ödüllü, Iggy Popp ve The Stooges filmi “Gimme Danger”ı kaçırdım. İlk günlerde oynayıp gitmiş. Buna karşılık “Miss Sharon Jones!”u İtalyan Kültür’de izledik. Hemen önümdeki sırada Caz Festivali Direktörü Pelin Opçin vardı. O “Gimme Danger”ı da yakalamış. Gel de kıskanma! Pera Müzesi’nde gördüğüm “Abbas Kiarostami ile 76 Dakika, 15 Saniye”yi ise çok sevdim. Bir kez daha oynuyor. Çarşamba 19:00’da gene Pera’da.

Listemde “Sonsuz Şiir” var. “Derdo Ana ve Ceviz Ağacı””Elleri Olmayan Kız”, “Lady Macbeth”, “Ben Senin Zencin Değilim””Beuys”, “Chavela” ve duruma göre Dieutre’ün filmleri... Gerçi bu listeler hep değişip durur, onun için emin olamıyorum.

Ne denir? Nasip!