Yeni yasa teklifiyle polise protesto daha başlamadan müdahale edecek yetkiler vermek isteniyor. Ayrıca işçilere karşı açılan savaşla ‘minimum hizmet seviyesini’ karşılamayanlar işten atılabilecek.

Birleşik Krallık polis devleti mi olacak?
Fotoğraf: AA

Levent ÖZÇAĞATAY - Londra

Geçen yılın kasım ayında Birleşik Krallık’ta tuhaf bir olay yaşandı. Çevreci ‘Just Stop Oil’ isimli bir gurubun petrol tüketiminin gezegenimize verdiği zarara dikkat çekmek için bir otoyol üzerinde gerçekleştirdiği oturma eylemini görüntüleyen bir kadın gazeteci gözaltına alındı.

Gazeteci serbest bırakıldıktan sonra yaptığı basın açıklamasında “Bileklerime kelepçe takıldığında ilk tepkim kahkaha atmak oldu. Bütün bunlar gazetecilik görevimi yaptığım için mi? Hücrenin demir kapıları yüzüme kapatılana kadar olayın ciddiyetinin farkına varamamıştım. Klişe gibi gelebilir ama bir köşede sert dolgulu bir yatak ve diğer köşede küçük bir metal tuvaleti gördüğümde başıma tonlarca tuğla çökmüş gibi oldum.”

Beş saatlik bir gözaltı deneyiminin bu sözlerle anlatılması herhalde Suudi Arabistan, Rusya, Iran, Türkiye, Filipinler gibi basın özgürlüğü olmayan ülkelerde görevlerini ölüm ve cezaevi tehditleri altında yapan gazetecilerin yüzlerinde acı bir gülümsemeye neden olmuştur. Basın özgürlüğünün demokrasinin olmazsa olmaz bir girdisi olduğunu savunan sivil toplum kuruluşları, bu gazetecinin tutuklanması ile ilgili olarak Nobel Barış Ödüllü Filipinli gazeteci Maria Ressan’ın, Alman düşünür Martin Niemöller'in savaş sonrası yazdığı "First They Came" olarak bilinen şiirinden esinlenerek yazdığı bir yazıya gönderme yaptılar:

“Önce gazetecileri almaya geldiler. Biz sesimizi çıkarmadık. Sonra ne oldu bilmiyoruz."

Benzeri olaylar Kral üçüncü Charles’ın Kral olduktan sonra yaptığı ziyaretlerde ve hükümdarın cinsiyetine göre değiştirilen ulusal marşın çalınması esnasında da yaşandı. Kralın ziyaretini protesto etmenin yanı sıra Kralı yuhalama ve krala ağza alınmayacak küfürler etme haklarını kullanan guruplar polis tarafından uzaklaştırılırken gazeteciler de itiş kakıştan nasiplerini aldılar. Parlamentonun önünde "O benim kralım değil" yazılı pankart tutan monarşi karşıtı bir protestocu ve Edinburgh’da “Monarşi kaldırılsın” yazılı bir pankart tutan başka bir protestocu gözaltına alındı ve haklarında dava açılacağı bildirildi. Tek başına kimseye zarar vermeden ve şiddet kullanmadan gösteri yapanların tutuklanması da insan hakları ve kişisel özgürlük kurumlarını harekete geçirdi.

POLİSE GENİŞ YETKİLER

Hükümetin tepkisi, çevreci gurupların eylemlerini kısıtlamanın mevcut yasalarla mümkün olmadığını iddia ederek protesto hakkına doğrudan saldırı anlamına gelen bir yasa tasarısını parlamentodan geçirmek oldu. Mevcut yasalara göre, eğer polis bir protesto eylemini engellemek istiyorsa, bunun “önemli ölçüde toplumsal kargaşaya ve kamu düzeninde ciddi aksamaya neden olduğunu; mala mülke ciddi hasar verdiğini veya toplum yaşamının önemli ölçüde aksattığını” göstermek zorunda. Yeni yasa, güvenlik güçlerine orantısız güçler vermeyi, protesto haklarını sınırlandırmayı, “kamu düzeninde ciddi aksamanın” yasal tanımını genişletmeyi, güvenlik güçlerine protestoculara ne zaman müdahale edecekleri konusunda netlik ve esneklik sağlamayı ve hatta proaktif bir yaklaşımla aksama olmasını beklemeye gerek kalmadan ve eylem başlamadan önce protestoları durdurabilecek yetkiler vermeyi amaçlıyor. Tasarıda polisin sokaklarda ve meydanlarda herhangi bir şüphe ya da muhbirlerden gelen bilgiler olmaksızın bile insan veya araç durdurma ve arama yapma yetkisinin genişletilmesi de söz konusu. Polis tek kişilik protestolara bile müdahale edebilecek. Bu tasarı aynı zamanda bina, havaalanı, petrol istasyonu, petrol rafinerisi, otoyol ve döner kavşaklarda zincir, kelepçe ve yapıştırıcı gibi maddeleri kullanarak trafiği felç etmeyi ve ulusal altyapıya zarar vermeyi cezai suça dönüştürecek. Lordlar Kamarası’ndan geri dönmesine rağmen hükümetin bu tasarıyı bazı değişiklerle tekrar gündeme getirmesi kaçınılmaz.

GREV KIRICI YASA

İfade özgürlüğünü ve protestoyu sınırlamaya yönelik bu çabalar sürerken hükümet, işçi sınıfına karşı yeni bir cephe daha açtı. Sağlık, itfaiye, eğitim, ambulans ve ulaşım hizmetleri gibi sektörlerdeki grevler sırasında “minimum düzeyde hizmet sağlanmasını” öngören bir yasa tasarısını Avam Kamarası'ndan geçirdi. Lordlar Kamarası’nın da onay vermesi halinde yasalaşacak tasarı, grevler sırasında bazı çalışanların işbaşı yapmalarını yasal olarak zorunlu kılarken, bunu reddedenlerin işten atılmalarının önünü açıyor. Her sektör için gereken “minimum hizmet seviyesinin” taraflar arasındaki görüşmelerle belirleneceğini, grev sırasında çalışması istenen ama yine de greve gitmeyi tercih eden bir çalışanın sorgusuz, sualsiz ve savunma hakkı olmaksızın işten atılabilmesini yasallaştırıyor. Brexit nedeni ile hemen hemen her sektörde işçi açığı varken, sağlık hizmetlerinin bile hemşire eksikliği ile verilemediği bir dönemde var olan işçilerin nasıl işten atılacağı da merak konusu.

EMPERYALİST GEÇMİŞ

Birleşik Krallık’ı bir polis devletine çevirecek diğer bir gelişme de ülkeye izinsiz giren göçmenlerin sorgusuz sualsiz uçaklara doldurulup 6 bin 500 kilometre ötedeki Ruanda’ya gönderilmesi. İnsan hakları savunucularının bütün çabalarına karşın geçen yılın aralık ayında Yüksek Mahkeme, Ruanda planının yasal olduğuna ve Birleşmiş Milletler Mülteci Sözleşmesi’ni ihlal etmediğine karar verdi. Ellerinde ne var, ne yok satarak Afganistan, Irak ve Suriye gibi savaş bölgelerinden bebekleri ve çocukları ile denizleri ve kıtaları ölüm tehlikesini bile göze alarak aşan ve adaya ulaşan göçmenleri binlerce kilometre ötede Afrika’daki bir bölgeye zorla göndermeyi hedefleyen bu insanlık dışı politikaya şaşırmamak gerekir. Krallık bunu ilk defa yapmıyor. Londra 1780’den sonra çoğu sıradan hükümlü olan 167 bin vatandaşını da zorunlu olarak Avustralya'ya nakletmişti.

Bu arada toplama kamplarının Naziler tarafından değil İngiliz emperyalizminin generalleri ve valileri tarafından icat edildiği de hatırlatılmaya başlandı. İngiliz emperyalizminin Güney Afrika’da kendilerine direnen ve kendi kurtuluş savaşlarını başlatan Hollanda kökenli göçmenlerin kurduğu iki cumhuriyeti ezmek ve onların topraklarında bulunmaya başlanan elmas ve altın madenlerine çökmek amacı ile on binlerce insanı ve onların yanlarında çalışan siyahları çocuklarıyla birlikte toplama kamplarında yaşamaya zorlayarak binlercesinin salgın hastalıklar ve gıda eksikliğinden ölmesinden sorumlu olduğu hâlâ hafızalarda.