Türkiye’deki sanayiciler teknolojik olarak ne kadar ilerlerlerse ilerlesinler sosyal olarak her dönemde 50 yıl, 100 yıllık gerilerden at koşturmaya devam ettiler.

At benzetmesi lafın gelişi değil.

Ferrari otomobillere sahip oldular, benzin koymayıp yolda kalınca onu at ile çektiler!

Beş altı yıl önce büyük bir gıda devi işyerinde sendikalaşma var diye bütün işçisini kapının önüne koydu. Vali arabulucu oldu. Ve dedi ki:

-İşveren henüz sendikaya hazır değil!

O tarih ile kuruluş arasında tam 70 yıl vardı. Tam 70 yıl geçmiş bu “kazmalar” sendika fikrine bile alışamamışlar daha… Ne zaman alışacaksınız?

Bunlar alışmamışları…

Bir de alışanları var. Tabii o da kolay oluyor. Önce ilk örgütlenme yapan işçi kadrosunu işten atıyor. Sonra sendika ile görüşmeler başlıyor. Topla sözleşme maddelerinden biri de “işten atılan işçilerin geri alınması” oluyor.

Toplu sözleşme uzayınca işveren işçileri dönüp diyor ki:

-Sendika kendi adamları için sizin haklarınızı sürüncemede bırakıyor!

Utanmazlık!

Ama yapıyorlar.

Bütün bu düzenbazlıklar aşılıyor. Sendikalar her türlü yasal ve fiili zorlukları aşıp, örgütleniyorlar, toplu sözleşme masasına oturuyorlar. İşçilerin alın terlerini sonuna kadar savunuyorlar. İşverenler de “vermiycem/ vermicem” şarkısını söylüyor.

O zaman da yasal prosedür işlemeye başlıyor. Bu sürecin sonunda fabrikanın kapısına toplanan işçiler pankartı asıyorlar:

-BU İŞYERİNDE GREV VAR!

İşverenler “tarafsız” olan Hükümetlere koşuyorlar. Ortak dilleri var. Anında bir karar çıkıveriyor:

“Milli Güvenlik ve kamu düzeni bakımından grevin 60 gün süreyle ertelenmesine…”
1960’larda, 1970’lerde, 1980’lerde, 1990’larda ve en nihayetinde 2000’lerde hep aynı nakarat tekrarlandı: MİLLİ güvenlik..!

Hep işverenler MİLLİ oluyorlar.

Yarısı yerli, yarısı yabancı bir kuruluşta greve çıkıyorsunuz hükümet anında devreye giriyor: MİLLİ…
Yüzde 75’i yabancı… O da MİLLİ… Yüzde 100’ü yabancı sermaye… Valla ona da aynı tarife uygulanıyor:

MİLLİ!

Bir tek işçiler MİLLİ olamıyorlar!

Birleşik Metal İş Sendikası (ki DİSK eski Maden-İş ve Bağımsız Otomobil-İş’in mirasına ve mücadele geleneğine sahip bir işçi örgütü) Elektromekanik Metal İşverenleri Sendikası ile devam eden grup toplu iş sözleşmesi Bakanlar Kurulu kararıyla yasaklandı!

Sendika konu hakkında diyor ki:

“Schneider Enerji ve Schneider Elektrik işletmelerine bağlı fabrikalarda, grup toplu sözleşmesinde anlaşma sağlanamadı. Bunun üzerine, 20 Ocak’ta 2.200 Birleşik Metal-İş üyesi işçinin tam ve coşkulu katılımıyla “Metal Grevi”mizi başlattık. Greve çıkışımızın ardından aynı gün, öğle saatlerinde apar topar hükümet eliyle grevimiz 60 gün süreyle ertelendi.

Metal işçileri, birçok kez yaşanan grev ertelemelerinin ne anlama geldiğini çok iyi biliyor. Bu bir erteleme değil yasaklamadır.”

Çok açık bir şekilde belden aşağı vurmak denir buna…

Peki işçiler ne yapacaklar?

Grevlerinin yasaklanması nedeniyle “üzgün” olduklarından bu üzüntüleri haliyle üretime yansıyacak. Buna eskiden beri şöyle deniliyor:

-İşçiler üretimden gelen güçlerini kullanacaklar!

***

birlesik-metal-grevi-237862-1.

Bir vefa merkezi: Gebze BİLKAR

Geçtiğimiz pazar günü (22 Ocak 2017) Gebze’de bulunan Bilim Sanat Kooperatif BİLKAR’da Küba Devrimi’nin 58. yılı, Nâzım Hikmet’in de 115. doğum günü kutlaması için yapılan toplantıya katıldım.
Cem Karaca’dan miras kalan bir tanımlama ile söyleyeyim:
Toplantıya katılanların tamamını gençler ve daima genç kalanlar oluşturuyordu!
BİLKAR’ın Genco Erkal Salonunda yapılan toplantıda açış konuşmalarından sonra “Nâzım Hikmet’in Küba Seyahati” adlı çok güzel bir belgesel gösterildi. Çağrı Kınıkoğlu ve yardımcısı Ayça Çiftçi’nin öncülüğünde hazırlanan belgesel, Nâzım’ın Küba Röportajı şiirini temel olarak ilerliyor. İçende Küba Devrimi’nin bütün aşamaları orijinal görüntüleriyle yer alıyor. Bir de Kübalı şairler, edebiyatçılar (ki içlerinde Nâzım’la tanışmış olanlar da var) Nâzım Hikmet’i anlatıyor. Yazdığım ismiyle arama motorlarına girerseniz belgeseli izleyebilirsiniz.
Toplantı sonrası BİLKAR’ın üç bacaklı sarman kedisi Timurlenk-Timur kucağımda demli çaylar eşliğinde Gebzeli arkadaşlarla sohbet ettik. BİLKAR sekiz yıldır çocuklara parasız resim-heykel, müzik, İngilizce vb. gibi hayata dair kurslar veriyor. Edebiyat günleri düzenliyor. Hepsi çok güzeldi ama müzik atölyesinin giriş bölümünde kocaman bir portre fotoğraf vardı:
“İbrahim Çeşmecioğlu Müzik Atölyesi”
Çeşmecioğlu benim de birlikte çalışmaktan onur duyduğum BirGün’ün yazıişleri müdürü idi. Onu çok erken kaybettik. Diyorduk ki, öyle olmadığını BİLKAR’da bir kez daha anladım. Haldun Taner ustamızın kitabına kapak yaptığı Yunus Emre’nin dediği doğru çıkıyor işte: Ölürse ten ölür, canlar ölesi değil!
Genç şair Halil Yeni, bana “Fırtına Rüzgar İçinde” adlı kitabını imzalayıp verdi. Eve dönene kadar okuyuverdim bir solukta… Vefa dolu kavga ve mücadele şiirlerini… Direniş içinde yitirilen onlarca can için yazılmış şiirler. Hiçbir şey boyuna değildir, sözünü henüz 30 yaşındaki bir şair dizeleriyle bize ispatlıyor. Hepsi güzel şiirler. Ama benim gözlerim hemen o şiire kayıverdi:
“Fadime Ana
Seni gülerken görebilmek
Yaşanan her acının hesabını sorabilmektir!”
BİLKAR’da bu ülkenin aydınlık yüzü olan öğretmenlerin nasıl kurutulamaz bir ışık kaynağı olduğunu gördüm. Gençlerin “Serdar Hocası” (Serdar Dikkatli) kısıtlı imkanlarla büyük bir gelecek için Ferhat’ın dağları delen azmiyle çalışmasına tanıklık ettim.
Birden fazla güzellikle karşılaşmamın finalinde direniş efsanesi yer alıyordu. Cezaevlerinde mahpusluk rekorları kırılıyordu. Bu konu açılınca ben atlımdaki ilk ismi telaffuz ederek “Tahir Canan var, 31 yıllık rekorun sahibi” dedim. Masadakiler bir ağızdan atıldılar:
-Tahir Canan işte burada!
Meğer iki sandalye ötemde oturuyormuş Tahir… Tanıyorum ama tanışmıyoruz. Yazılar yazmıştım onun için. Birbirimizi görmeden sevip özlemişiz. Anında 12 Eylül öncesine uzanan bir sıcak dostluk sardı masanın her yanını.
Gebze BİLKAR’da bir avuç insan gelenekten kopmadan geleceğe uzanan bir köprü inşa ediyorlar.