Narsistik kişi, kendisi gibi olmayana merhamet etmez, saygı duymaz

Birtakım  hassas meseleler...

Narsisizm, yani özseverlik, karşımıza her tür renk ve çeşitte çıkabilir. Bazılarını tanımak çok kolaydır. Çünkü büyüklük hezeyanları içindedirler. Bunlar kibir ve küstahlıklarıyla kendilerini hemen ele verirken, daha örtük bir kategori olan “hassas” narsistik kişilikler sonu gelmeyen mağduriyetleri ve kimsenin dokunamadığı haklılıkları ile sizi şaşırtır, kafanızı karıştırırlar.

Adı üzerinde hassastır bunlar. Hatta aşırı hassastırlar. Egoları sıradan insanlarınkine kıyasla çok daha kolay incinir. Eleştiriye karşı dayanıksızdırlar. Çabuk alınırlar. Hemen öfkelenirler. Kırılgandırlar. Dünyanın kendi etraflarında şekillendiğini düşünürler. Her şey onlarla ilgilidir. Öyle değilse bile olmalıdır.

Bu ikinci grup her zaman ilgimi çekmiştir. Belki de ötekinden çok daha karmaşık olduğu için. Bu tür narsistik kişiliğin edebiyattaki en iyi örneklerinden biri, D. H. Lawrence’in “Oğullar ve Sevgililer” adlı romanındaki mükemmeliyetçi ve kontrolcü annedir. Orta sınıf bir aileden gelen ve eğitimli bir kadın olan Gertrude Morel, bir maden işçisiyle evlendikten sonra hayal kırıklığına uğrar. Kendisini hayatın ince ve güzel yanlarından mahrum edilmiş hisseder ve bunu dünyaya yönelttiği büyük bir “kırgınlık” olarak yaşar. Başta kocasının kaba saba varlığı olmak üzere her şey incitir onu. Dünyanın ona bir borcu vardır. Ya da Gertrude öyle hissetmektedir. Onun için, başta oğulları William ve Paul olmak üzere, herkes onun beklentilerini yerine getirmelidir.

Gertrude Morel, püriten yaşam biçimine ve burjuva ahlakına uymayan her şeyi kendisine yönelik bir saldırı olarak görür. Kocasını bir işçi olduğu için küçümser, onun yerine sık sık gittiği kilisenin rahibi ile yakınlaşır. Oğullarının hayatına ise tamamen el koyar. Paul’un cinselliğini bir tür ihanet olarak algılar. William’ın Londralı kız arkadaşını ise neredeyse görmezden gelir. Kızın bir resmini görmüş ve omuzlarını açıkta bırakan elbisesinin düpedüz bir hakaret olduğuna karar vermiştir. Çünkü Gertrude Morel’e göre dünyada olup biten her şey kendisiyle ilgilidir. O hem mağrur hem de onulmaz bir şekilde mağdurdur. Ve kimse bunu onun elinden alamaz.

D. H. Lawrence’in başarısı, bu karakteri unutulmaz bir şekilde gerçek kılmaktır. Gertrude Morel tamamen kendine has ve eşi benzeri bulunmayan bir roman karakteri olsa da, bize çok tanıdık gelir aslında. Fark ederiz ki dünya onun gibi insanlarla doludur. Kendi “hassas” kişilikleriyle hayatlarımızı ipotek altına almaya kalkan ve sonsuz mağduriyetleri üzerinden bizi idare etmeye çalışan kişilerdir bunlar.

Günlük hayatta olduğu gibi siyasette de rastlarız böyle kişilere. Kendi yaşam tarzını ve beklentilerini bize dayatan, aksini yaptığımızda dokunulmaz hassasiyetleri ile karşımıza dikilen bu insanlar hemen her yerdedir. Üstelik, kişisel ilişkilerde genellikle gizliden gizliye kontrol etmek isteyen bir tonda ilerlerken (“Bu davranışın beni çok üzdü”), iş siyasete dökülünce şirazesinden çıkıp tehdide varan boyutlara ulaşan (“Elbette bunun birtakım sonuçları olacaktır”) narsisizm çok daha tehlikeli olabilir.

Narsistik kişiler eleştiriye dayanamazlar. Günlük hayatta onlarla yüzleşirken, aman eleştirmeyeyim vazgeçeyim diyebilirsiniz. Ama maalesef bununla bitmez bu iş. Çünkü onlara göre eleştirinin tanımı çok geniştir. Yukarıdaki Gertrude Morel örneğinde de görüldüğü gibi, başkalarının yaşamını kendi varlıklarına hakaret olarak görebilirler. O zaman yapılacak şey bellidir. Varlığınızı ortadan kaldıramayacağınıza göre, yapabileceğiniz en iyi şey eleştirel düşünceyi yaygın hale getirmeye çalışmaktır. Ne kadar çok kişi farklı fikirleri dinlemeye ve tartışmaya açık olursa, siyasi narsisizm kendisine o derece az sayıda destekçi bulabilir çünkü.

Bunun kadar önemli bir başka mesele de, düşünceyi yanlış ikilemlerden kurtarmak ve daha fazla seçeneğin konuşulabildiği bir mecraya taşımaktır. Narsistik eğilimi olan biri, sizi her zaman ikili bir düşünce sistemine doğru çekmek isteyecektir: Ya “orada” ya da “burada”sınızdır. Ya “bizden” birisinizdir ya da “onlardan” yanasınızdır. Şimdiye kadar belki “bizden” olmuşsunuzdur. Ama bu sizi yanıltmasın, en ufak bir fikir ayrılığında “onlardan” haline gelebilirsiniz. Bu tür keskin karşıtlıklar üzerinden yürüyen herhangi bir tartışma, kimi “hassasiyetleri” iyice aşırı noktalara götürecek ve bunun dışında kalanlar için sonuç pek de iyi olmayacaktır.

Bir narsistin en büyük endişesi dikkate alınmamaktır. Kendi yaşam biçimine ve inanç sistemine koşulsuz bir şekilde saygı duyulmasını, varlığının tanınmasını ister. Ama aradığı saygıyı her zaman bulamaz. Çünkü saygıdan anladığı bütün dünyanın onun şeklini almasıdır. Halbuki dünya her dönüşünde onun varlığını teyit edemez, saygıyla önünde eğilemez. İşte böyle zamanlarda işler sarpa sarar. Tehditler, suçlamalar ya da mağduriyet iddiaları başlar. Narsistik kişi, kendisi gibi olmayan kimseye merhamet etmez, hoşgörü göstermez, saygı duymaz. Empati duygusu gelişmemiştir. Narsisizmin en kötücül halidir bu. Siyasi hayatta tercümesi faşizmdir. Bununla mücadele etmek ise, kendine benzemeyenle birlikte karşılıklı anlayış içinde yaşamanın koşullarını oluşturan ve garanti altına alan bir siyaset geliştirmekle mümkün olabilir ancak.

Son olarak, narsistik kişiliklerin çok garip bir kişisel sınır anlayışları vardır. Egoları o kadar büyüktür ki, bedenlerinin dışına taşar ve dünyanın geri kalan yerlerine doğru yayılır. Başka insanları varlıklarının bir uzantısı olarak görür ve itaat etmelerini isterler. Bu olmayınca da kendilerini ihanete uğramış sayarlar. Yürü deyince gitmeyen bir bacağın ya da kalk deyince kalkmayan bir kolun ihaneti gibidir bu. Ya da onlar bunu böyle algılarlar. Onları kırmışsınızdır, onları hayal kırıklığına uğratmışsınızdır. Yine bir hassasiyete dokunmuşsunuzdur. Sizin bambaşka bir birey olduğunuzu, farklı seçimleriniz olabileceğini ve bunun onlarla hiçbir ilgisinin olmadığını bir türlü anlamazlar.
Anlaşılan odur ki, kişisel alanda da siyasette de, bu tür bir hassasiyet teması üzerinden ilişki kurmayı alışkanlık haline getirenlere sınırlarının hatırlatılması gerekir. Bu sınırları her seferinde yeniden ve yeniden tanımlamak lazım gelse bile. Bu iş çok bıktırıcı ve akıl dışı görünse bile. Yoksa, kendi sınırlarına geri çekilmek bir yana, sizi bacağı ya da kolu gibi gören “hassas kişilik” bir gün sizi gerçekten bacak ya da kol olduğunuza inandırmayı başarabilir.