Küçük bir kasabada yaşayan bütün bu insanlar -komşular, rahipler ve öğretmenler- sessiz kalmayı tercih edecek ve Mary’ye el uzatmayacaklardır. Yardım etmeye teşebbüs edenler de başarısız olacaktır. Yasa bellidir. Koşullar ne olursa olsun, Mary o bebeği doğurmak zorundadır

Birtakım İrlandalı meseleler

Bu sabah, evden erkence çıktım ve neredeyse her gün uğradığım kahveye gidip oturdum. Dublin’in en eski mekanlarından biri olan bu kahveyi, uzun süredir var olan işletmelere has alçakgönüllü havası nedeniyle seviyorum.

İşe gitmeden önce kahvaltı etmek için uğrayan memurlar, günün her saatinde bir köşede oturup ders çalışan öğrenciler ve arkadaşlarıyla buluşmak için gelen emeklilerden oluşan mutat kalabalık beni karşıladı. Kahvede çalışan İspanyol kızla selamlaştık. Göz ucuyla birbirimizin yakasındaki “Evet” rozetlerine bakıp gülüştük. Her zamanki çöreğimi ve kahvemi ısmarlayıp dışarıdaki masalardan birine yerleştim.

Bugün Dublin’de harika bir hava vardı. Yağmur bulutları sonunda dağılmış ve pırıl pırıl bir güneş açmıştı. Karşıdaki dükkanın vitrinindeki süslü püslü “Seni özledik, bahar!” yazısını bu sefer iç çekmeden okudum. Baharı özlemiştik hakikaten. Ve sonunda gelmişti işte. Biraz serince ama güzel kokulu havayı ciğerlerime doldurdum, kahvemden bir yudum aldım ve kitabımı açıp okumaya başladım.

Derken hemen yanı başımda “Günaydın!” diyen bir ses duydum. Kafamı kaldırınca, sabahları arada bir karşılaştığım kerli ferli beyefendi ile göz göze geldik. Tekerlekli iskemlesiyle kapının yanındaki yerine yerleşmiş sigarasını tüttürüyordu. Göğsümdeki rozeti işaret ederek, “Erkencisiniz,” dedi, “Oyunuzu kullandınız galiba.” Daha evvel konuşmuşluğumuz vardı. Ama hep havadan sudan bahsetmiştik. Bahar bir türlü gelmiyordu. Ne zaman gelecekti? Zaten yaz diye bir şey yoktu. Bunun gibi şeyler işte. Oysa şimdi birtakım İrlandalı meselelere girmiştik. İş ciddiye binmişti yani. “Ben burada misafir sayılırım,” diye cevap verdim, “Ama kampanyayı destekliyorum.” “Ne garip!” dedi, “Bugün hiç ‘Hayır’ rozeti görmedim. Bence bunu iyi bir işaret olarak almalıyız.”

O böyle deyince, ben de biraz rahatladım. Böylece konuşmanın yolu açılmış oldu. Her zamanki kibarlık dansını bırakıp o gün yapılacak referandumu tartışmaya başladık.

“Bugün İrlanda için tarihi bir gün,” dedi komşum, “Büyük bir hata düzeltilebilir. Önümüzde bunun için bulunmaz bir fırsat var.”
Söz konusu hikâye 35 sene önce, başka bir referandum ile başlamıştı. 1983’te İrlanda’da doğmamış çocuklara vatandaşlık hakları vaat eden bir kanun maddesinin Anayasa’ya konması için bir oylama yapılmış ve bu madde %67 oyla kabul edilmişti. İrlanda’da kürtaj o zaman da yasal değildi. Aslına bakarsanız, hiçbir zaman olmamıştı. Ancak, iyice tutucu bir Katolik grubun başını çektiği bu kampanyanın sonucu olarak geçen bu yasa ile, annenin sağlığını ilgilendiren olağanüstü durumlarda bile kürtaj yapılması yasaklanmış, bebeğin hakları annenin haklarından daha önemli sayılmıştı. O günden bu yana yüzlerce kadın bu nedenle hayatını kaybetmiş, binlerce ve hatta on binlercesi de kürtaj gerektiren durumlarda ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştı. Bugünkü referandum, işte bu maddeyi Anayasa’dan çıkarmak ve özel durumlarda kadınların seçimini mümkün kılmak üzere yapılıyordu.

Kahvedeki komşum bu konuda çok umutlu değildi. Haksız da sayılmazdı aslında. Hayırcılar son ana kadar çok baskın bir kampanya yürütmüş ve şehri insanın içini kaldıran bebek fotoğrafları ile doldurmuşlardı. Nereye gitseniz karşınıza, birtakım ultrason görüntüleri ve tahrik edici sloganlar çıkıyordu. Medyanın her iki gruba da eşit mesafede durmak konusundaki kaygısı, Amerika’dan geldikleri söylenen kürtaj karşıtı grupların saldırgan söylemiyle birleşince, bu maddenin Anayasa’da kalmasını savunanların lehine bir durum ortaya çıkmıştı. İşler, Dublin’deki bir doğumevinin önüne parçalanmış fetüslerin fotoğraflarını asmaya kadar varınca, hastaneye kontrole giden hamile kadınlar şikayette bulunmuş ama hiçbir şey “Hayır” kampanyasının hızını kesememişti.

“Evet” kampanyası ise, başını genç kadınların çektiği ama çok çeşitli bileşenleri olan bir grup tarafından yürütülüyordu. Amerikalı köktendinci grupların kaynak sağladığı Hayırcıların aksine, ortak bağışlarla yürüyen bu kampanyada fotoğraflar değil de küçük ama etkili sloganlardan oluşan afişler kullanılmıştı. Bizim mahalledeki afişlerden birinde, “Bazen özel meseleler hakkında toplumun desteğine ihtiyaç olur,” diyordu. Bir başkasında ise, “Şefkatli olun, evet deyin,” diye yazıyordu. Kimi afişler daha tanıdıktı. Kadınlar kendi geleceklerine sahip çıkmak için seslerini çıkarıyor, “Benim bedenim, benim seçimim,” diye sesleniyorlardı.

Bu sonuncusunu biraz yüksek sesle söylemiş olmalıyım ki, masa komşum tartışmaya ara verip ne iş yaptığımı sordu. Edebiyatla ilgilendiğimi ve İrlanda’ya bir bursla geldiğimi söyledim. “O zaman Mary’nin hikâyesini biliyorsunuzdur,” dedi. Hangi Mary idi acaba? Bizim evde bir tane vardı ama? Sonra anlaşıldı ki, Edna O’Brien’in meşhur romanı Down by the River’ın (Nehrin Kenarında) talihsiz kahramanı Mary’den bahsediyormuş. 1990’ların başında İrlanda’yı karıştıran çok tartışmalı bir olaydan yola çıkarak yazılmış bu roman, babasının tecavüzüne uğradıktan sonra hamile kalan 14 yaşındaki bir kızın, bütün bir toplum tarafından kurban edilmesinin hikâyesini anlatır. Küçük bir kasabada yaşayan bütün bu insanlar -komşular, rahipler ve öğretmenler- sessiz kalmayı tercih edecek ve Mary’ye el uzatmayacaklardır.

Yardım etmeye teşebbüs edenler de başarısız olacaktır. Yasa bellidir. Koşullar ne olursa olsun, Mary o bebeği doğurmak zorundadır. İrlanda edebiyatındaki birçok benzeri gibi, bu roman da, çocuk yaştaki bir kadının, kilise ile devletin çifte baskısı altında ezilmesini, tutuculaşmış ve bozulmuş bir topluma feda edilmesini hikaye eder.

“O olay gerçektir, biliyorsunuz,” dedi komşum. “Biliyorum,” dedim. Nasıl olduysa birden aklıma geldi: “Peki, siz ne iş yapıyorsunuz?” diye sordum. “Yargıcım,” diye cevap verdi derin derin içini çekerek. Ardından özür dileyerek gitmesi gerektiğini söyledi. Meğer o gün bakması gereken davalar varmış. Şaşkınlığımı atlattıktan sonra iyi günler dileyecek oldum. “Biraz zor,” diye cevap verdi, “Bugün aile mahkemesi günüm.” Sonra da manalı manalı göz kırptı, “Ama belki referandum sonucu keyfimi yerine getirir.”