Kafka’nın üçgenleri gibi Duygu Baba’nın da akışkan üçgenleri vardır. Ancak Kafka, bu üçgenlere uygun uzamlar yaratırken Duygu Baba’da üçgenleri tamamlayan uzamlardan kasten sakınılmış, bu uzamlar yerine imge görevi taşıyan olaylar tercih edilmiştir.

Biseksüel bir mafya babasının varoluş sorunsalı: Duygu Baba

Metin YETKİN

Sennur Sezer Emek ve Direniş Ödülü sahibi Cem Kertiş’in yeni romanı Duygu Baba, Red Kitap etiketiyle okurla buluştu. “Bir mafya babasının tuhaf hikâyesi” alt başlığını taşıyan roman, Duygu adındaki bir mafya babasının aşk üçgenini odağa alırken çocukluk travmalarından varoluş krizine kadar pek çok psikanalitik ve felsefi sorunsala da temas etmekte.

Adından ve alt başlığından anlaşılacağı üzere bir mafya babasının hayatını konu edinen kitap “Benim gibi biri için hayatını defalarca tehlikeye atmış çocukluk arkadaşımı öldüresiye dövsünler diye adamlarıma emir vermiştim” cümlesiyle başlar. Duygu Baba’nın bahsettiği adam, çocukluk arkadaşı Selim’dir. Birlikte büyüyen Duygu ve Selim, aynı zamanda ilk eşcinsel deneyimlerini de çocukken yaşamıştır.


Duygu, kendini “ikame bir çocuk” olarak görür; çünkü ona, o doğmadan ölen ablasının boşluğunu doldurması için Duygu adını vermişlerdir. Diğer yandan ailesi, küçüklüğünden itibaren bu boşluğu dolduramamakla itham edilen çocuğu sevgiden mahrum bırakır. Üstelik sürekli hakarete, psikolojik ve fiziksel şiddete maruz kalır. Dominant bir figür olan annesi babasını sindirmiş, ipleri eline almıştır. Duygu’yu kırbaçla dahi döver, eşcinselliğinden tiksinir. Bu bağlamda Deleuze ve Guattari’nin ifadesiyle aşırı-ödipal bir kompleks oluşmuştur. Aynı ilişki üçgeni Kumru ile tanıştığı vakit yetişkinlik çağında da kurulur.
Kumru’ya olan saplantısı, onu varoluşunu özgür kılacak sıradışı bir varlık addetmesi Kumru’nun sevgi ve şefkatine ulaştığı vakit yok olmaya başlayacaktır; çünkü Duygu Baba saf bir sevgiyi aramasına rağmen aslında varoluşçu bir özgürleşme sürecindedir. Sartre, Varlık ve Hiçlik kitabında Freudyen psikanaliz üstünde durarak psikanalizin bilinçdışını sansür düzeyine yerleştirdiğini ifade eder ve bastırılan eğilimlerin açıklanışına kendini aldatma (gaflet) kavramını yerleştirir. Bu bağlamda değerlendirildiğinde Duygu Baba da kendini geçmişiyle aldattığının farkındadır ve bu aldanıştan sıyrılmak için çabalar.
Sartre varoluşçuluğunun temel varsayımı tanrının olmadığı üzerinedir. Çünkü insanın bir idea, önsel bir tasarı olduğu fikrini reddeder varoluşçuluk. Kısaca insanın ne bir özü ne de bir doğası vardır. İlkin, insan atıldığı dünya üzerinde istediği bütün eylemleri gerçekleştirme özgürlüğü ile var olur. Varoluş, özden önce gelir. İnsan, kendi eylemleriyle özünü yaratır.

Bütün kötücül eylemlerine rağmen varoluşçu gözlükle bakıldığında Duygu Baba, kendini aldatmayan, eylemlerinden pişmanlık duymayan, seçim yapan ve seçimlerinin sorumluluklarını üstlenerek “sorumluluk bilincine” sahip olan, kendi için-varlığını koruyarak tamamlanma sürecinde ilerleyen, bir noktada “(…) tanrının tanrılığından istifa edememesi gibi tanrının intihar edememesi gibi tanrının ömrünün sonuna gelememesi gibi bir kez duygu baba olduktan sonra duygu babalıktan” vazgeçemeyen, kısaca tanrılaşmak isteyen bir karakter olarak karşımıza çıkar.

Böylece her ne kadar katil, bencil, mutsuz olsa da varoluşçu bakımdan erdemli bir karakter olduğu söylenebilir. Nitekim yer yer Marquis de Sade’ı anımsatan bir yapısı vardır. Simone de Beauvoir’ın, Cemal Süreya çevirisiyle yayımlanan “Sade’ı Yakmalı mı?” adlı kitabı Sade’a bu nazarla bakarak onu iyimserliği kırma noktasını över:

“Sade’ın erdemi herkesin yalnız kendi kendine utançla itiraf ettiği şeyi bağırmasında değil, Sade bu işin kavgasını da üstlenmiştir. Bireyin kendisini insanların kötülüğünden çok iyi niyetine kurban gittiğini sandığı şu çağda bu kadar yankı uyandırması da bundandır; bu müthiş iyimserliği yıkmak konusunda bireyin yardımına koşmuştur Sade...”1

İnsanlara zulmeden, Selim’i topal bırakıp Kumru ile ikisini uzun müddet bir çiftlik evinde hapseden ama ikisine de âşık olarak onlarsız yapamayan Duygu Baba bu izlek üzerinde tam bir varoluşçu karakterdir, denilebilir.

Öte yandan, romanda Kafkaesk bir damar da mevcut.

Kafka’nın üçgenleri gibi Duygu Baba’nın da akışkan üçgenleri vardır. Ancak Kafka, bu üçgenlere uygun uzamlar yaratırken Duygu Baba’da üçgenleri tamamlayan uzamlardan kasten sakınılmış, bu uzamlar yerine imge görevi taşıyan olaylar tercih edilmiştir. Öte yandan Kafka, kahramanlarına çıkış yolu bırakmazken Duygu Baba’da iyimserlik korunur. İnsan kalbini simgeleyen Pandora’nın kutusunda kalan tek duygu olan umuda sıkı sıkıya sarılır Duygu Baba. Ancak kahramanların akıbetleri okura bırakılacaktır.

Romanın biçimsel özelliklerinden de bahsetmek gerekirse yazarın montaj tekniğinden faydalanarak aralara birçok şiir koyduğunu söyleyebiliriz. Nitekim Kertiş, uzun betimlemeler, tahliller yerine benzetmelerden, imgelemlerden yararlanan bir düzyazı benimsemiştir. Kadıköy’ü betimlemek yerine bu işlevi roka, domates, salatalık, istavrit, kokoreç, bira gibi nesnelere yükler. Diyaloglar yapay değil gündelik hayatın içindendir yahut da uyumsuzdur/saçmadır. İtalik yazılan iç monologlar oldukça kısadır, iç çözümleme pek yoktur. Dil kuyumculuğu yerine dil ekonomisini tercih ederek metni şiire yaklaştırmıştır yazar. Küçük harfle başlayan bölümler ise bilinçdışını yansıtır. Buradaki ifadeler hezeyan ve sanrı arasındadır ki Duygu Baba da hayal-gerçek arasında sıklıkla gidip gelen bir karakterdir. Öte yandan, Cem Kertiş isimli genç bir şairin Duygu Baba ile tanışması ve kurguya müdahil olması kitabın üst kurmaca katmanını oluşturur.
Romanın diğer özelliklerinden bahsetmek yazının boyutunu aşsa da Duygu Baba’nın kısa hacmine rağmen pek çok felsefi ve psikanalitik sorunsalın neredeyse her satıra sirayet ettiği, insanı düşündüren bir metin olarak karşımıza çıktığını söylemek mümkün.

1 Simone de Beauvoir, Sade’ı Yakmalı mı?, YKY, 1997, s. 88.