Has Şekerler Maden Ocağı’nın girişinde  kocaman yazılmış bir besmele var.

Anlamlı tabii! “Esirgeyen ve  bağışlayan Allah’ın adıyla başlarım” diyor.

Maden ocağında Allah’tan esirgenme dilenmeyecek de ne dilenecek! Gün içinde daha kim bilir kaç kez Allah’ın adını anıp yardım dileyecekler, merhamet isteyeceklerdir. Daha kaç defa besmele ile Allah’a güven ve inançlarını tazeleme ihtiyacı duyacaklardır.

Şimdi, maden ocağının kapısında ocakta kalan yakınlarının akıbetini beklerken de, ağızlarından Allah’ın adının,  yüreklerinden duanın eksik olmadığını tahmin edebiliyorum. Umarım, duaları kabul olur.

Ya, maden ocağını açıp, kapısına da besmele yazan şirketler, taşeronlar,... Onlar besmele yazarken ne düşünüyorlar acaba?  Allah adı, bizden bu kadar deyip, işi de, çalışanı da Allah’a havale etmenin aracı mı oluyor; yoksa önce kuluna haksızlık etmeyi günah sayan Allah adı, onları insafa, vicdana mı davet ediyor? Ayrıca insafın ve vicdanın , yanlarında çalışana bir şey ödemenin öncesinde bir “can borcu” doğurduğunun farkındalar mı? Örneğin taşeron şirketin bağlı olduğu ana şirketin sahibi olan Abdullah Özbey’in bu memlekette yasalardan kurtulacağına pek kuşku duymasak da, bir dönem Refah Partisi milletvekilliği yapmış ve dini bütün bir kişi olarak bilindiğine göre, Allah’ın rahmetini dilerken ne düşündüğünü merak etmek hakkımız!

Allah inancını, hak ve adalet duygusunu nutuklarından eksik etmeyen yöneticilerin durumu da ayrı konu! Onlar da, herhalde güne besmele ile başlamakta; günahtan korkmaktalar. Oysa, 12 yıllık iktidarlarında iş kazaları azalmayıp artmakta. Yalnız 2014 yılında iş kazalarında ölümlerin 400’e yaklaştığını görüyoruz. Ve bu kaçıncı facia  muhterem zatlar! Şimdi, iş işten geçtikten sonra kaza yerine koşmak, demeçler vermekle bu pisliklerin temizleneceği mi sanılıyor? Kuşkusuz, her zamanki gibi, yine kaderi, tevekkülü alet ederek, günahlarının kefaretini devletin cebinden ödeyerek bu işten sıyrılacaklarını düşünüyorlardır; ama iddia ettikleri gibi inançları tamsa, günah çıkarmaya ihtiyaç duymaları gerekir.

Örneğin bugün kömür havzasıyla, havzada biriken suyla ilgili daha önce uyarılar yapıldığına ilişkin haberler yer aldı gazetelerde. Enerji ve tabii Kaynaklar Bakanlığı’na bağlı Maden İşleri Genel Müdürlüğü (MİGEM) diye bir müdürlüğümüz de varmış! Varmış diyorum; çünkü, örneğin TEMA Vakfı, bir yıl önceden yeraltı sularıyla ilgili uyarıda bulunmuş; Maden Mühendisleri Odası eski Başkanı Mehmet Torun, daha önce ürün çıkarılan maden ocaklarının bile haritaya işlenmediği, terk edilen galerilerde biriken suların faciaya neden olduğunu söylüyor.

Gerçek bir MİGEM olsa, bu bilgileri zaten kendisi toplar; bu koşullarda ruhsat vermeyeceği gibi, denetimi de, gerektiğinde yasaklamayı da eksik etmez.. Varmış gibi olan MiGEM’se, anlaşılan, aynı işverenler gibi,  alınması gereken tedbirler yerine sorumluluğu Allah’a havale etmekte! Şimdi, ne gibi mazeretler icat edilecek, göreceğiz!

Devlet böyle olunca, işverenlerin çalışanların sabrını, şükrünü malzeme etmelerine de şaşılmaz!  “Emeğin Tevekkülü” adlı kitapta Yasin Durak’ın dile getirdiği gibi, hegemonya kurulması için dine dayalı motifler ellerinin altında; insanların çaresizliği, en büyük dayanakları. Çare olabilecek araç ve kurumlara hakkında pek hayırhah düşünmedikleri de biliniyor.

Bu koşularda yazılan hikâye de belli! Büyük ihtimal, bugün ocakta sular altında kalanların dedeleri, babaları da bu yoldan geçmiş; onlar, küçük, büyük bu tür acıları yaşayarak büyümüşlerdir. Ne devlet, ne yasa onları kollamış; yasaların eli kolu güçlü olana işlemediğini de öğrenmişlerdir. Şikâyetler olmuş; kazalar yaşanmış; müfettişler gelmiş, gitmiş ama devran aynıyla sürmüştür. Fazla ses çıkaranlar işten çıkarılmış; kara listeye alındıklarından talihlerini başka ocakta deneme şansları da olmamıştır. Yani, sopa kalın, havuç küçüktür; ama “viran olası hanede evlad-ü ıyal vardır;” elde ise, tevekkül ve sabırdan fazla bir şey  yoktur!

Kısacası, onların, isyanlarda kaybolmak yerine, “böyle gelir böyle gider” demelerini de, teselliyi inançlarında aramalarını anlamak  mümkün. Her gün o kör karanlıklara inmek, kazmalara, küreklere sarılmak başka türlü zor zaten!

Ancak ötekileri ne anlamak, ne kabullenmek mümkün.  Örneğin Cumhurbaşkanı, şimdi, tedbirdi, teftişti, kuraldı, yasaydı, hepsini bir yana bırakmış, madenlerde çalışma saatleri azalınca, yemek saatinden kazanmaya çalışan işverene  kızıyor. İyi de, bu ülkede küresel kapitalizmi İslam’la barıştır; neoliberal politikaları baş tacı et; bir yandan sermaye gelsin, öte yandan sermaye biriksin de, nasıl olursa olsun de; taşeron cumhuriyeti yarat; sonra da, yaşanan facialar karşısında her türlü tedbiri almış koruyucu devlet baba rolünü oyna.... 

Olur mu demeyin; “Yeni Türkiye”nin” asıl hikâyesi bu! Saf kazanmak, taraftar bulmak için yoksulluğu, inancı, muhafazakârlığı kullanmaktan kaçınmayan illüzyonist bir hikâye! Yalnız demokrasiden, hukuktan yana değil, dinden-imandan yana gerçekler de ortaya çıkıyor ki, illüzyonun asıl patlak yeri orası diyebiliriz!