Yazarlar geleceğin toplumunu binlerce satan kitaplarda tahayyül ettiler. 1992 yılında, iktisatçı Francis Fukuyama liberal düzenin tahta çıkışı ile “Tarihin Sonu ve Son İnsan” adlı eserini çakıştırdı.

Bitmek bilmeyen hikâye: Liberal demokrasi*

Samuel Blumenfeld

1989 yazında Amerikalı akademisyen ve ABD Dışişleri Bakanlığı, Politika Planlama Dairesi Direktör Yardımcısı Francis Fukuyama, National Interest dergisinde “Tarihin sonu?” başlıklı bir makale yayınladı. Bu makalede “Batı merkezli liberal demokrasinin evrenselleşmesini, tüm beşeri politik rejimlerin nihai biçimi“ olarak ilan ediyordu. İlerleyen süreçte Stanford Üniversitesi’nde siyaset bilimi profesörü olan Fukuyama’ya göre, Batı ve Doğu arasındaki ideolojik çatışma liberal demokrasinin zaferi ile sona ermişti.

Söz konusu zafer henüz somut olarak kayıtlara geçmemişti - bunu birkaç ay sonra, Kasım ayında Berlin Duvarı’nın yıkılması yapacaktı - ancak Sovyet Birliği’nin parçalanacağını tahmin etmek zor değildi. Soğuk savaşın bitişinin ötesinde, bir idare biçimi olarak liberal demokrasi, o zaman için, komünizm; geçmişte ise hanedanlık ve faşizm olan rakiplerini yenmişti. Fukuyama, bu tespitten yola çıkarak, tarihin sonu olarak da görülen liberal demokrasinin “insanlığın ideolojik evriminin son noktası” ve “tüm siyasal rejimlerin nihai formu” olduğu görüşünü ilerletti.

Komünizmin yeniden dirilişi
20. yüzyıl, kaçınılmaz bir binyıllık düşünme refleksiyle ve yoğun tartışmaya yol açan tarihin sonu fikriyle bitti. Dahası, yazının başlığı, bir soru işareti içeriyordu: “Ben bir hipotez ortaya attım” diye hatırlatıyordu Fukuyama: “Tarihin sonu fikrinin hiçbir zaman mutlak bir anlamı olmadı”. Ancak makalenin yayınlanmasından itibaren gelen tepkiler çok fazla ve itidalli bir şekilde düşünmeye izin vermeyecek kadar tutkuluydu.

National Interest’in sonbahar sayısında makalenin basılmasının ardından, Harvard’da siyaset bilimi tezi yazdığı sırada Fukuyama’nın da hocası olan Samuel Huntington “No Exit, The Errors of Endism” (Çıkış Yok, “Sonculuğun” Hataları ç.n.) başlıklı bir cevap yayınladı. Komünizmin yeniden dirilişinin halen mümkün olduğunu, demokrasi taraftarları arasında bir hizipleşmenin öngörülebileceğini ve doğal olarak yeni ideolojilerin ortaya çıkacağını düşünüyordu. Birkaç sene sonra bu teoriyi Medeniyetler Çatışması (1996) adlı kitabında olgunlaştıracaktı.

Fukuyama ve karşıtları arasındaki polemik, ilk makalenin yeniden ele alınıp 1992 yılında “Tarihin Sonu ve Son İnsan” olarak yayınlanmasının ardından daha da şiddetli bir şekilde devam etti. Kitabın süksesi göz kamaştırıcıydı: New York Times’ın ünlü listesinde ilk sıraya yerleşti, ama bilhassa “tarih” kavramının kullanılışı şüphe uyandırmıştı.

Fukuyama’nın muhalifleri o zamanki yakın geçmişi örnek olarak kullandılar: 1989 Tiananmen Meydanı Katliamı ya da 1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesi tarihin ilerleyişinin sahneyi terk etmekten uzak olduğunun işaretleriydi.

Öte yandan 20. yüzyılın sonunda insanların artık sadece özgürlük, refah ve demokrasi hayalini kurduğu görüşüyle birlikte Francis Fukuyama, kendisine rağmen, yeniden keşfedildi ve kutlu küreselleşmenin methiyecisi tahtına çıkarıldı. Aslına bakılırsa Fukuyama, büyük güçlerin emperyalizm heveslerinin eskisi kadar güçlü olmadığını ve buradan hareketle üçüncü dünya savaşının daha da ihtimal dışı hale geldiğini ortaya atmıştı.

Hegelci referanslar
Fukuyama’nın tarihin sonu yaklaşımı jeopolitik olduğu kadar felsefiydi de: Hegel’in düşüncesinden, daha doğrusu filozof Alexandre Kojeve’nin tezinde yaptığı tarihin sonuna ilişkin Hegel okumasından yola çıkıyordu (Introduction à la lecture de Hegel- Hegel okumasına giriş ç.n.). Hegel’e göre, dünya tarihi birbirini izleyen yıllardaki tüm değişikliklere rağmen 1806 yılında Jena Savaşı’ndan sonra Napolyon’un Prusya ordusunu alaşağı etmesiyle bitmişti. Fukuyama bu imlecin yerine komünizmin çöküşünü koydu. “Bu arada kitabın özünü ilkin Marksistlerin anlaması dikkat çekicidir, çünkü onlarda da tarihin Hegelci sonu fikri mevcuttur. Ama onlara göre bu son komünizmle olacaktı. Yanıldılar; benim argümanım tarihimizin son aşamasının burjuva demokrasisi olduğudur.”

Bu sonucu destekleyen düşünce, Fransız Devrimi’nden çıkmıştı ve bir ideolojik evrimin zirvesini temsil eden özgürlük ve eşitlik ilkelerinden kalmaydı. Fukuyama “Liberal değerler, sahadaki savaşı kazanamadılarsa da zihinlerdeki savaşı kazandılar” diye varsayıyordu. “Zaman içinde olan bitene bir bakınız: Rusya’da, Çin’de, Güney Doğu Asya’da ve Latin Amerika’da, halkların özlemi (hükümetlerinden bağımsız olarak) komünizme değil, sadece ve sadece Batı modeline yöneldi.

Ama eserin en tartışmalı kısmı sonuç bölümüydü: yazar burada önemli politik çatışmaların yer almadığı bir çağda türeme riski olan bir “can sıkıntısı” seziyordu. Ona göre bu sıkıntı, AB görevlileri ya da ABD Dışişleri Bakanlığı’nın barışçıl bir demokrasinin gardiyanları haline gelmesiyle sembolizeydi. Bugün kabul etmeliyiz ki bu “can sıkıntısı” ifadesi kafa karıştırıcıydı. Aksine, ülkeleri birbirlerine daha yakın ve daha bağımlı kılan bilimsel gelişmeler, ekonomik serbestlik ve teknolojik sıçramalar nedeniyle tarihin ivmelendiği anlaşıldı.

Tarihin sonunun toplumu, böylece aralıksız devam eden bir tarihsel değişimin toplumu haline geldi. “Kitabım dikkatlice okunduğunda, demokrasinin bağrından çıkan bu can sıkıntısı tehlikesi ve demokrasi karşıtı bir savaş tehdidi karşısında uyarıda bulunduğum görülecektir.Sonunda demokrasinin de diğer rejimlerin arasında herhangi bir yönetim şekli olarak sayılacağı bir görelilik tehdidi ile…” Yazar bu görüşlerini sırasıyla şu iki kitabında açacaktı: Büyük Çözülme İnsan Doğası ve Toplumsal Düzenin Yeniden Oluşturulması (2003) ve Tarihin Başı: Günümüz Siyasetinin Kökenleri (2012)

‘Siyasal Çöküş’
Fukuyama 25 yıl önce Tarihin Sonu’nu yazarken birçok şeyi öngöremediğini kabul ediyor. “Birincisi siyasal çöküş problemiydi. Kurumların inşası ve daha olgun bir demokrasi ile beraber tarihe ileriye giden bir hareket olarak bakıyordum. Geriye de gidilebileceği hipotezini geliştiremedim.” Oysa, demokrasi pratiği Amerika’da Donald Trump’ın seçilmesiyle daha da çarpıcı bir şekilde kötüye gitti.

Siyaset bilimci, “ABD’de reformları engelleyebilecek ve sistemi tıkayacak kadar güçlü ekonomik lobilerin doğmasında olduğu gibi, barış ve refah ortamında elitler, gücü kendi çıkarlarına göre tekellerinde toplama eğilimine girerler” diye vurguluyor. “Uygulanamayan reformlar Trump’ın seçilme sebeplerinden birisi. Kurumların halkın değil kendi çıkarlarının vekili olduğu fikri oluştu.” Modern bir devlete ulaşmanın ne kadar meşakkatli olduğunu ölçmediğini de itiraf ediyor.

Bugün birçok demokrasi yolsuzluktan ve liyakatsiz, gerekli altyapıyı kurmaktan ya da haysiyetli hizmet sağlamaktan aciz yöneticilerden muzdarip. Fukuyama bu noktada, İtalya Yunanistan ya da Hindistan’da yasa yapıcıların yüzde otuzunun kaynakların gaspı, cinayet ve tecavüz nedeniyle yasal soruşturmaya konu olduğunu aklına getiriyor. “Bosna üç etnik guruba ayrıldı: Hırvatlar, Sırplar ve Boşnaklar, her biri bir şebekeyi yönetiyor ve kendi yandaşlarına kaynak aktarıyorlar. Burada en büyük mesele Danimarka’da olduğu gibi bir yurttaşlarının hizmetinde olan hükümete sahip olmak” sonucunu çıkarıyor.

Radikal İslam Sorunu
11 Eylül Fukuyama’nın tezlerine ansızın meydan okudu ve tarihin sonunun hayal ürünü olduğunu ispatladı. Post-Sovyetik dünyanın daha çatışmalı bir yere gittiğini söyleyen, yani Fukuyama’nın iddialarının tam aksini öngören Samuel Huntington‘ın medeniyetler çatışması tezi kazandı. Buna rağmen Dünya Ticaret Merkezi’ne saldırının ardından Francis Fukuyama hala doğru öngörülerde bulunduğunu düşünüyordu. Ona göre modernite baki kalacaktı: “Son olaylar acılı ve kendi türlerinde ilk olmalarına rağmen güçlü bir yük katarını raydan çıkaramayacaktır” .

Bugün trajediden 16 yıl sonra, duruşu farklı; “İslami otoritenin tırmanışını tahmin edemedim. Yine de bunun dünün komünizmi kadar büyük bir sorun teşkil etiğini sanmıyorum. Savaş sonrasında bütün gelişmiş ülkelerde iyi örgütlenmiş bir komünist parti vardı. Cihat bu tip bir ağa sahip olmaktan uzak. Sadece marjinaller söz konusu. Amerikan üniversitelerinde cihatçı öğrenci hareketi yok. Bu insanlar bir devleti yönetecek yeteneğe sahip olamayacak kadar radikalleşmiş tipler. Gözlerimizin önünde olup bitene bir bakalım. IŞİD yok olma noktasında. İran devleti bile iyi yönetilmekten uzak.”

Aslında, Fukuyama’ya göre, tarihin sonuna karşı temel argüman liberal modern toplum içinde çözülemez bir sorun olan Çin. Artan ekonomik gücü sayesinde Batı ile açık bir çatışmaya girme riski baki. “Otoriterizm ile piyasa ekonomisinin bir karışımı olan Çin rejimi bana uzun dönemde liberal demokrasilerin en büyük düşmanı gibi görünüyor. Ama Çin dışında bir Çin rejimi kurmak oldukça zorlu bir iş.

Yazara göre, uzun vadede Batı düzeni içinde refah ve özgürlük seviyesi gitgide artan orta sınıfların isteklerini hesaba katmadan ekonomik liberalizm ile siyasal liberalizmi ayırmak imkânsız hale gelecek. Yani Francis Fukuyama’ya göre geleceğin yolu liberal demokrasiden geçiyor.

Fransızca’dan çeviren: Selin PELEK

*Bu makale 18 Ağustos 2017 tarihinde Le Monde gazetesinde yayınlanmıştır.