Ölüm düşüncesiyle artık herkes daha meşgul, pandemidir, depremdir derken… Gazetelerde, televizyonlarda sürekli üzücü ölüm haberleri ya da ölümden mucizevi kurtuluşların sevinci. Özellikle bu çağda inkâr edilen, bastırılan ölüm korkusu, görmezden gelindikçe daha bir ortaya çıktı sanki. Pandemide de, depremde de ölümün tesadüfi seyri, yani bazı Covid-19 hastalarının yaşaması, bazılarının ölmesi, ölümle ilgili kaygıyı daha da karmaşıklaştırdı.

Winnicott’a göre zihin ve düşünce, bedenin ihtiyaçları ve ölümü gerçeğiyle ortaya çıkmıştır. Bedenin sonlu varlığı, sonsuzmuş gibi hissettiğimiz zihni yaratmıştır. Bedensel canlılığımız, var olmaya devam edişimiz kesintiye uğradığında, bir engelle karşılaştığında kendimizi korumak için zihne ihtiyaç duyar ve bebeklik döneminde onu yaratmaya başlarız. Ölümün toplumsal hayata bu kadar sokulduğu bir zamanda, insanların da zihinlerini daha yoğun bir biçimde kullandığı kesin. Kaygıyla ilgili rahatsızlıkların artışı da, aslında ölüm korkusuna karşı zihnin gerçekliği çarpıtarak verdiği uyumsuz reaksiyonlardan kaynaklı. İnkâr gibi ilkel savunma mekanizmalarını kullanan birinin kaygıyla başı dertte olacaktır her zaman.

Winnicott, zihnin benliğin bir parçası olarak, bakımımızı üstlenen çevrenin güvenilirliğini yitirmesiyle oluştuğu tespiti bu açıdan önemli. Bebeğe bakım veren kişi, ilk evrelerde bebeğin tümgüçlü yanılsamasını sürdürüp sonra azar azar onu hayal kırıklığına uğratmalı ki, bebek kendisinin ve gerçekliğin farkına varabilsin ve zihine ihtiyaç duysun. Adam Phillips’in “Dünya yeterince iyi olmadığında, onun yerine zihnimizi geçiririz” sözüyle dile getirdiği gibi. Ama zihnin dünyanın yerine geçmesinin elbette bazı olumsuz sonuçları da oluyor, bazı psikologların ‘kötü zihin’ dedikleri durum ortaya çıktığında; özellikle travmalarda hem ihtiyacı, hem de nesneyi yok etmeye yönelik bir tutum içine girebilir zihin, dünyayla bağlantıyı kopararak. ‘İyi zihin’ ise, bedenin ihtiyaçlarını önemser ve dünyayla, gerçeklikle daha uyumlu çözümler üretir. Bu iyi/kötü durumu, Melanie Klein’ın iyi nesne / kötü nesne tanımlarıyla da uyumludur sanki.

Ölüm, daha çok kapalı kapıların ardında yaşanan ve insanlardan saklanan bir şey değil artık. Özellikle pandemiden sonra bir şeylerin değişiyor ya da değişecek olması, geçen yüzyılın seks tabusunun yerini alan son büyük tabu olan ölüm fikriyle baş başa kalınmasıyla ilgili belki de… Yaşam süresinin uzaması ya da tıptaki gelişmeler, bu tabuyu gizlemeye yetmiyor.

Ölüm fikri yaşamı daha değersiz de hissettirebilir, “öleceğimize göre yapılmaya değer hiçbir şey yoktur” düşüncesiyle, ya da tam tersi yaşanılan anları çok değerli hale de getirebilir. İkisi de spekülatif akla uydurma olarak düşünülebilir. Aslolan ölümün kaçınılmazlığı ve bilinmezliği. Ondan sürekli kaçınsak da kabul ederiz. Belki de en sağlıklı yaklaşım, Nâzım Hikmet’in de ‘Yaşamaya Dair’ adlı şiirinde dile getirdiği düşünme biçimi: “Yaşamayı ciddiye alacaksın, / yani o derecede, öylesine ki, / mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, / yahut kocaman gözlüklerin, / beyaz gömleğinle bir laboratuvarda / insanlar için ölebileceksin, / hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, / hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, / hem de en güzel en gerçek şeyin / yaşamak olduğunu bildiğin halde.”

Ölüm, bedensel olanla ilgilidir; zihnimiz geçmiş nesillerden itibaren üretilen kelimelerle, fikirlerle, kültürel simgelerle bir parçası ve devamı olarak ölümsüzlüğün içinde yer alacak her zaman, o bitmeyecek hikâyenin… Dünyanın ve insanlığın bir parçası olarak hissettiğimiz sürece…