Wall Street protestolarında dile gelen bir ifade bu. Finans kapitale karşı çıkarken, paranın yüzde 99’unun yüzde 1’lik bir gruba gittiğini anlatıyor...

Wall Street protestolarında dile gelen bir ifade bu. Finans kapitale karşı çıkarken, paranın yüzde 99’unun yüzde 1’lik bir gruba gittiğini anlatıyor. Yüzdeler abartılı olabilir ama ekonomik ve sosyal anlamda çoğunluğun kaybetiği, azınlığın kazandığı bir dünyada yaşadığımız ortada. Dolayısıyla ifade, protestoların “haklılık” zeminine işaret etmesi açısından yerinde.  Bunun ötesinde, ne kadar geniş bir “çokluğun” eşitsizlik ve adaletsizlikle boğuştuğu ve aslında sisteme karşı çıkmasının  beklenebileceğini hatırlatması açısından da ilginç.

Aslında önce Avrupa’da başlayan, sonra “Wall Street’i İşgal “ eylemiyle ABD’de ortaya çıkan protestoların düşündürücü yanları çok. Özellikle solun, kapitalizmin çöküşü gibi kolaycı anlatımlara kaçmadan, bu protestolardan bazı dersler çıkarmasına büyük ihtiyaç var.

ABD’de 17 Eylül’den beri devam eden protestoların, Cumartesi günü 700 kişinin tutuklanmasına karşın, öteki şehirlere yayıldığı bilinmekte. Bu protestolara birçoğu öğrenci, birçoğu işsiz gençlerin yanısıra yaşını başını almış epeyce insanın katıldığı da biliniyor. Peki bu eylemler nasıl yorumlanmalı?

Örneğin eyleme katılanların net bir manifestosu yok; aynı dünya görüşünü de paylaşmıyorlar. Yapılan söyleşilerde kimi kapitalizme, kimi adaletsizliğe, kimi finans dünyasının gücüne karşı olduğunu söylüyor. Kimi sağa karşı sol, kimi hiyararşiye karşı otonomi aramakta. Kısacası yollara dökülenler karmaşık bir topluluk.

Öte yandan NewYork sonbaharında sokağa dökülenlerin Arap Baharı’nda meydanlara dökülenlerle karmaşık bir topluluk oluşları ve biraraya gelmelerinde internet ağlarının rol oynaması açısından benzerlikler de var. Fakat bu protestoların, Avrupa’da hükümet politikalarını, ABD’de Wall Street’i hedef alsa da, gerçekte ekonomik sisteme karşı çıkması gibi farkları da söz konusu. Gerçi Arap ülkelerindeki isyanların da, dikatörlüğe karşı çıkmak ve demokrasi istemek kadar, diktatörün şahsında cisimleşen ekonomik adaletsizliğe karşı çıkmak gibi bir anlamı olduğuna kuşku yok. Ancak gelişmiş kapitalizm içindeki isyanlar, ekonomik sistemle daha doğrudan ilgili görünmekte.

Ortada bir manifesto da yok, fakat protesto nedenleri belli. Vurguladıkları şeyler, ekonomik adaletsizlik üreten sistem, finansal çevrelerin gücü, buna karşın kalabalıkların güçsüzlüğü ve siyasal sistemin işe yaramazlığı. Haklılar da. Örneğin zenginliğin içinde yoksulluğu yaşıyorlar ve bu ülkelerde Ortadoğu’ya ihraç edilmeye çalışılan demokrasi eksikliği de yok ama yığınların işine yaramıyor.

Kişi başına geliri 30-40 bin doları bulan ülkelerde de işsizlik kol geziyor; yoksulluk ortadan kalkmış değil; ülke içi gelir dağılımı da adaletsiz. Üstelik küresel şirketler, finansal piyasalar inanılmaz hızda büyürken, bu ülkelerdeki çokluğun durumu daha iyiye değil, daha kötüye gitmekte. Krizler desen öncelikle çokluğu vurmakta. Örneğin ABD’de nüfusun en zengin yüzde 10’unun geliri, en yoksul yüzde 10’un 16 katı. OECD içinde ABD gelir dağılımındaki adaletsizlik açısı ndan  Meksika ( 25 kat) ve Türkiye’den ( 17 kat) sonra üçüncü gelmekte.

Kısacası ülkenin zengin olması insanın da zengin olması anlamına gelmiyor. Birinci ve Üçüncü dünyalar her ülkede karşımıza çıkabilmekte. Üstelik Birinci Dünyada yaşayan Üçüncü Dünyalılar için, zenginliğin doruk noktaları yanıbaşlarında  sergilenirken duyulan yoksulluk ve yoksunluk duygusunun daha büyük olduğunu da tahmin etmek zor değil.

Yine de daha büyük haksızlık küresel düzeyde. Sistemden kazançlı çıkanlar yüzde 1’le sınırlı değil ama dolar milyarderlerinin sayısı 500’ü ancak bulurken, 2,5 milyar insan yoksulluk, 1 milyar insan da açlık içinde. Zengin ülkelerdeki 1 milyar nüfusun dünya gayri safi hasılasının dörtte üçünü alırken, gerideki 6 milyar dolayında insanın kalan dörtte biri paylaştığını da biliyoruz. Asıl kaybedenler de, az gelişmiş ülkelerdeki 2.5-3 milyar insan; ki, dünya GSH’nın yalnızca yüzde 3’ünü alabilmekteler.
Ve şimdi gelişmiş dünya insanı için, küresel düzeydeki adaletsizliğin zengin ülkelerdeki ”çokluk” açısından da başa bela olduğunu anlamak zamanı gelmiş gibi. Gibi diyorum, çünkü henüz bunun netlikle anlaşıldığı söylenemez. Henüz sokaklarda, ofislerde, evlerdeki çokluk, içinden hak verse de, protestolara seyirci kalmakta. Çünkü kaybedecekleri şeyler var. Oysa doğadan, yaşamdan, gelecekten, işten, refahtan, eşitlikten, özgürlükten, insanlıktan, umuttan yana hep kayıpta olduklarını anlamaları gerekiyor.

Burada da sola iş düştüğü açık. Birincisi, kaybedenlerin tümüyle, çoklukla buluşabilmek ve onları harekete geçirmeyi bilebilmesi gerekiyor. İkincisi de, küresel bir harekete ihtiyaç olduğu gibi, hem sistemsel ve bütünlükçü  hem farklılıkları kucaklayan istemlere hayat verebilmesine ihtiyaç var.
Solun asıl meseleleri de buralarda. Günlük polemiklerde değil!