Hayret etmeyi çok geride bırakmıştı annem. Her şeyin yazgımızdı ve nedense yazgı denen şey değişmeyen bir illetti

Biz boğulduk baba

SİNEM SAL - @sinemsal

Kamyonun arkasında sallana sallana giderken annem şarkı söylemeye başladı. Karanlıktaydık içerisi kavurma kokuyordu. Normalde bakkallara bisküvi satan babam, yeri geldiğinde kazak, su, toplu iğne hatta tartı ticareti bile yapıyordu.

Kamyonun pencerelerinden yalnızca bir tanesi açıktaydı. Geri kalanlar içi bisküviyle dolu olan kolilerce kapanmıştı. İçeri sızan ışık annemin yüzüne düşüyordu. Kucağında olduğum için sadece çenesinin altına hâkimdim yine de. Tekerleğin üstüne mi denk gelmiştik hatırlamıyorum ama bildiğim bir şey varsa, sürekli sallanıyorduk. Annem, her gün bir başka eşya oluyordu evimizde. Bir gün rende oluyordu. Bir başka gün elektrikli süpürge makinesi. Taş gibi susuyordu bazen yan odada. Hayatında zaman zaman bir şeyler değişiyordu. Mesela bakkala giden yolun üstünde yeni bir dükkan açılıyor ya da her zaman aynı yere park eden arabanın yerine bir yenisi geçmiş oluyordu.

Hayret etmeyi çok geride bırakmıştı annem. Her şeyin yazgımızdı ve nedense yazgı denen şey değişmeyen bir illetti. Sanki sabah olmuyordu. Hastalığımızın ağrısı sırf bu sebepten dinmiyordu. Hani bir gün ışığı pencereden içeri dalsa, kesin hafifleyecekti sancımız. Yok…

Yüzüme bakıp saçlarımı okşarken “Yüzme de öğrenirsin şimdi, ne güzel…” dedi.Pazardan bana turuncu kolluklar almıştık. Çarşafın üstünde bütün yüzme tekniklerinin denemelerini yapmıştım. Balıklama atlayabiliyordum ve saç tokalarını yatağın üstüne saçıp da yatağa atladığım zamanlarda bir okyanusun derinliklerine balık gözlemlemek için daldığımı hayal edebiliyordum. “Daha ne kadar var ki?” dedim. Bunalmıştık. Yazdı. Kamyonun arkasında bir yere gidip gelmenin tarihini biliyordum ama insan alışamıyordu nefes alamamaya. Dizlerinin üstündeki başımı ellerinin arasına aldı. Oturdum. Ayağa kalkıp küçük dikdörtgen biçimindeki, kenarları siyah lastikle çerçevelenmiş pencereden baktı. Sarsıntıdan ayağı sendeliyordu. “Bilmem ki… az kaldı herhalde,” dedi.

Canımız sıkılmıştı. Yazın sıcağı, kamyonun havasız kasasında kapana kıstırılmış bir fare gibi eziyordu bizi. “Hadi,” dedim “kuaförcülük oynayalım.”Kavurmaları üst üste dizip koltuk yaptık. Annem mavi keten elbisesinin uzun eteğini çiçek gibi açarak üstüne oturdu silindir şeklindeki kavurma paketlerinin. Ben de arkasına geçtim. Ensesinin üstünde topladım saçlarını önce. “Bir şey içer misiniz hanımefendi?” dedim. Güldü. “Bir kahve alayım ben lütfen,” dedi. Yanımızda yığın yığın duran kolilerden birini açtım. Annem eteğinin ucunu bir eliyle sıkıp “kız elleme, gel buraya çabuk…” dedi gözlerini açarak “bak ya… azarı yiyeceksin ama sonra, açma şunu, gel.” Kırmızı paketli meyveli keki çıkarıp bir ısırık aldım. Anneme uzattım. “Buyrunuz…” dedim. Yeniden arkasına geçtim. Saçlarını örmeye başladım. Bildiğim kadarıyla. Annem de bir elini dirseğinden yukarı doğru kırmış kek yiyordu. Kibar hanımefendiler gibiydi.
Pencereden kamyonun içini dolduran güneşin ışığı artıyordu. Belliydi. Denize yaklaşıyorduk. Ördüğüm saçlarını göğsüne doğru bıraktım. Eliyle saçını tuttu. Kamyonun küçücük penceresinden uzaklara bakmayı başarmıştı yine. Ben de fırsattan istifade önüne atlamıştım. Dizlerinin dibinde yere çöküp sol elini almıştım elime. “Tırnaklarınıza da bakım yapalım,” demiştim. Sertti. Sanki mutfakta rende olduğu günlerde parmaklarını da rendelemişti yemeklere annem.

Elimi törpü gibi yapıp tırnaklarına dokunuyordum. Bir yandan da sohbet ediyorduk. “Ne güzel gün değil mi efendim?” dedim. Dizilerden böyle görmüştüm. “Bilmem,” dedi annem “Güzel mi hakikaten?” Dizilerden böyle görmemiştim. Sorduğu soruya bir şey diyemeden, kamyon durdu. Birkaç saniye geçmeden kasanın kapısı açıldı. Sımsıcak güneş ışığı ve denizde koşturan çocukların uğultusu kamyonun karanlık kasasına doldu. Annemin dizlerinin dibinden kalkıp kamyondan aşağı atladım. Terliklerimin içi kum doldu. İşte deniz karşımızdaydı. Dalgaları vardı. Kuma gelip geri gidiyordu. Tıpkı hayal ettiğim gibiydi. Hatta daha bile güzeldi. Kalbim, boğazıma kadar çıkmıştı. Konuşursam güm güm, güm güm sesleri çıkaracağım diye tek kelime bile etmiyordum.

Annem, kamyonun kasasından indi. Babam, ben ve annem denize doğru bir iki adım attık. Annemin örgülü saçı göğsündeydi. Gülümseyerek denize bakıyordu. Babam yaz günü giydiği deri montunu çıkarırken anneme doğru döndü. “Kapa şu kafanı, bu hâl ne…” dedi “Çocuk için geldik.” Anneme doğru döndüm. Saçlarını ben yapmıştım. Arkamdaki deniz kabardı. Boğdu beni. Annemi de. Yüzme bilmiyorduk. Dev dalgaların arasında ölüp kıyıya vurduğumuzda bir gazete haberi olamayacak kadar kimliksizdik.

Ben o gün kurudum. Annem de elbet.