Önce fazlasıyla müreffeh görünümlü bir ülkeyle karşılaşıyoruz. Burası Küba’nın başkenti Havana; lüks otellerin, havuz başında keyif çatan güzellerin, Amerikalı meyve ve şeker tüccarlarının, Başkan-Başkomutan Batista’nın başkenti Havana…

Sovyet yönetmen Mikhail Kalatozov’un 1964 tarihli epik başyapıtı Soy Cuba/Ben Küba’yım’ın ilk hikâyesi bu zengin Küba masalıyla başlıyor. Öyküler gelişirken zenginlik görüntüleri yerini Küba’nın gerçekliğine bırakıyor; Havana’nın bataklıktan beter gecekondu mahallelerinde yaşayan genç kızların sefil hayatlarına üç kuruş para ekleyebilmek için yaşlı Amerikalı tüccarlarla yattığı, sömürge rejiminin ağalarına borçlandırılmış çiftçilerin zar zor ekmeğini çıkardığı şeker kamışı tarlalarının Orta ve Güney Amerika’da yetişen meyveleri çiftçilerden yok pahasına alıp Kuzey Amerika ve Avrupa’ya satan UFC (United Fruit Company) adlı tröste tek tek satıldığı bir başka Küba…

Filmin yapısal iskeletinin omurgasına denk gelen üçüncü öyküde tekrar Havana’ya dönüp genç entelektüel muhaliflerle tanışıyoruz. Bağıra çağıra milliyetçi Amerikan şarkıları söyleyerek Havana sokaklarında dolaşan Amerikan askerleri Kübalıları taciz ediyor: “Dünyanın her tarafına gideriz biz! / Dolaşırız şu gözü dönmüş dünyayı / Yeryüzünün en büyük ülkesinden geliriz / Doğum yerimiz ABD, asildir toprağı!” Gloria adlı genç kız askerlerin saldırısından Batista karşıtı üniversite öğrencisi Enrique sayesinde kurtuluyor.

Ertesi gün Küba basınında Batista karşıtlarını yıldırmaya yönelik bir haber çıkıyor: Devrimcilerin Fidel Castro adlı genç lideri güya Oriente’de, Sierra Maestra Dağları’nda rejim ordusu tarafından öldürülmüş. Muhalif üniversite öğrencileri bu haberin yalan olduğunu Küba halkına duyurmak için çabalarken Enrique, elini her gün en az birkaç devrimci gencin kanıyla yıkayan faşist polis müdürünü öldürmeleri gerektiğini söylüyor. Arkadaşları bir tek katili öldürmenin işe yaramayacağını, önemli olanın Castro ile birleşip bu baskıcı zihniyeti tamamen ortadan kaldırmak olduğunu dile getiriyor ama Enrique bu konuda kararlı.

Sonunda Enrique bu faşist katili öldürme görevini üstleniyor. Bir sabah vakti yüksek bir binanın terasında konumlanacak, evinin balkonunda kahvaltı yapan polis şefini dürbünlü tüfekle öldürecektir. Ama kahvaltı sofrasında iki küçük çocuğu ve karısıyla mutlu bir sabah yaşayan sevgi dolu bir adam görüyor, gencecik insanların katili olan bir faşist değil…

Vicdanını dinleyip suikastten vazgeçen Enrique tüfeği bırakıp binadan çıkıyor. Arkadaşıyla oradan uzaklaşırken şöyle diyor: “Yapamadım. Kahvaltıda sahanda yumurta yiyordu. Çocuklarıyla beraberdi. Yapamadım…”

Aynı gün içinde önce “Kahrolsun tiranlık!” diye haykıran bir arkadaşı, ardından Enrique bizzat polis şefi tarafından öldürülüyor...

Dördüncü öykü, Sierra Maestra Dağları’nda yaşayan dört çocuklu fakir bir köylü ailesinin bir devrimciyle karşılaşmasını anlatıyor. “Şu dağlarda okullar olsun istemez misin?” diyor köylünün evine sığınan devrimci, “Çocuklarının ayakkabısı olsa? Hastalandıklarında onları tedavi edecek birileri?.. Yoksa şimdiki gibi hiçbir şeyleri olmadan mı yaşasınlar?”

Kendisine dokunmadığını düşündüğü yılanları bin yaşatan bilinçsiz köylü Mariano devrimciyi evinden kovuyor. Ama Batista’nın uçakları Sierra Maestra’yı bombalarken bir çocuğu ölüp evi yıkılınca direnişe katılmaya karar veriyor; Santa Clara’ya, Havana’ya Fidel’le birlikte yürüyor.

Sonra film bitiyor fakat öyküler devam ediyor. Kasım 2016’da Fidel ölüyor ama nasıl oluyorsa hepimiz için daha canlı bir hale geliyor. Dünyanın başka köşelerine bakıyoruz, müreffeh görünümlü ülkelerle karşılaşıyoruz. Tabii bunun sadece görüntü olduğunu biliyoruz: Dünya adı Batista olmayan Batistalarla dolu; öyküler devam ediyor, Fidel yaşıyor.