Artık burnuma bahar kokusu geliyor, hava güneşli, neşeli… Sabahın erken saatlerinde denize açılmak için tekneyi hazırlıyoruz. Balıkçılardan biri, kime oy vereceğimi soruyor. Beyoğlu’nda olsam kesin Alper Taş’a verirdim diyorum. Beyoğlu’nda yaşadığı için mesajımı aldığını belli eden bir gülümseme beliriyor yüzünde. Denize açıldığımızda aklımda seçimle, seçmeyle ilgili bir dolu düşünce… Salecl, “Seçme İkilemi” adlı kitabında, asıl […]

Artık burnuma bahar kokusu geliyor, hava güneşli, neşeli… Sabahın erken saatlerinde denize açılmak için tekneyi hazırlıyoruz. Balıkçılardan biri, kime oy vereceğimi soruyor. Beyoğlu’nda olsam kesin Alper Taş’a verirdim diyorum. Beyoğlu’nda yaşadığı için mesajımı aldığını belli eden bir gülümseme beliriyor yüzünde.

Denize açıldığımızda aklımda seçimle, seçmeyle ilgili bir dolu düşünce… Salecl, “Seçme İkilemi” adlı kitabında, asıl sorulması gereken sorunun insanların seçim yaparken nasıl düşündüğünden çok, niçin o seçme fikrini benimsedikleri olduğunu yazmıştı: “İnsanlar terör tehdidinden, yeni virüslerden ya da çevre felaketlerinden de endişe duyabiliyor, fakat en büyük endişeleri genellikle kendi esenlikleriyle ilgili: Meslekleri, ilişkileri, mali durumları, cemiyet içindeki yerleri, yaşamlarının anlamı ya da bırakacakları miras vs.”

Salecl, Richard Sennett’i anarak, tam da seçme ve sorumluluk alma kaygısının despotluğa, tüm meseleleri egemen bir ilkeye, akla, kuruma ya da bireye havale ederek çözme girişimine neden olduğu ve bunun da mutlaka o toplum için bir işkenceye dönüşeceği görüşünde. O kişi, seçmenlerinin iddia ettiği gibi, dünyanın en doğru kararlarını veren kişisi olsa bile, mesele insan olduğunda doğru kararın ne olduğu öylesine belirsiz ve açık uçlu ki…

Salecl, insanlara iyi yaşam tavsiyelerinde bulunan bir derginin editöründen bahsediyor kitabında. İki yılını, uzmanların verdiği tavsiyelere uygun olarak yaşayan editör, kilo verme, evini düzene sokma, iyi bir ebeveyn ve eş olma, bütün hayatını kapsayan bir huzuru hedeflediği bu sürecin sonunda, ağır bir panik atak geçirmiş, bütün o ustalık kazandığı becerilere ve artan yaşam kalitesine rağmen derin bir mutsuzluğun içinde bulmuş kendisini. Ağır egzersizlerle verdiği kilolaların, hızla geri döndüğü bir süreç… İnsanların dergi ve kitaplarda yazan iyi yaşam tavsiyelerine olan ilgisini, kendilerini çok fazla şeyden sorumlu hissetmesine bağlıyor. Bu yüzden de ne yapılacağının söylenmesi rahatlatıcı, ama gerçekte kendi öz güçlerine ve arzularına yabancılaştırarak daha fena bir döngünün içine hapsedebiliyor. Yaşamak, kilo vermek, evlenmek, iyi bir iş ve çocuk sahibi olmak gibi yapılması gereken bir dizi görevden ibaret değil çünkü.

Psikoterapiye başvuranlar, sıklıkla ne yapacaklarına dair tavsiyeler isterler. Kişinin kendisinin ve seçimlerinin sorumluluğunu alamaması, almak istememesi, zaten yaşadığı sorunlarının kaynağını oluşturduğundan, tavsiyeden çok ne hissettiği, ne düşündüğü gibi sorularla karşılaşırlar.

Seçmeyle ilgili asıl zorluğu yoksulların yaşadığı da bir gerçek. Kapitalizm, bireyi keyif alma kapasitesi sınırsız biri olarak görse de, bu sınırsızlık ekonomik gücün sınırsızlığıyla ilişkili olduğundan, yoksul birisi bunca kışkırtıcılığın ortasında çaresiz hissederek kendi yaşamından tatmin olmakta zorlanabilir. Bu tatminsizlikle ya boyun eğerek ya da isyan ederek baş edebilir, kendisini kandırıp kredi kartına yüklenerek sanki yoksul değilmiş gibi hissedeceği “aşırı telafi edici” bir yol da izleyebilir.

Seçme meselesi, çok boyutlu ve karmaşık bir mesele. Sartre, seçme özgürlüğünü sorumlulukla ilişkilendiriyordu. İnsan kendisini seçerken bütün insanlığa karşı sorumludur, çünkü her eylemimiz, seçimimiz insanlığa etki yapar, yapıyor.

Tekneden ucu bucağı görünmeyen denize bakarken, Turgut Uyar’ın bütün balıkları sevdiği şiirinden dizeleri hatırlıyorum: “Umman öyle ister, kavga öyle ister / Biz varız diye her şey bir şey ister…”