‘Bizdeki sanat eğitimi sanatı törpülüyor’

Öykü Özfırat

Sanat hayatının 50’nci yılını kutlayan ressam Mustafa Ayaz’ın eserleri 24 Eylül – 3 Kasım tarihleri arasında İş Sanat Kibele Galerisi’nde sanatseverleri bekliyor. Sanatın kendisi için bir tutku olduğunu ifade eden Ayaz’ın retrospektifine bakınca zamanla farklı anlayışlara yönlendiğini görmek mümkün. Aynı zamanda Mustafa Ayaz Müzesi’nin de kurucusu olan sanatçı ile Ankara’da bir araya gelip sanat yolculuğunu konuştuk.

► Resme olan ilginizi ilk nasıl ortaya çıktı?
Ben Köy Enstitüleri’ne girdiğim zaman baya yaşlıydım çünkü ilkokula 12 yaşında başladım. Ben üçüncü sınıftayken bir okuma parçası vardı Osman Kaptan diye. Türkçe dersine de okul müdürü geliyordu. Çok sert bir hocaydı ve mutlaka o ödevleri yapmamız lazımdı. Soruda diyordu ki Osman Kaptan’ı tanımlandığı gibi, içinizden güzel resim yapan varsa çizsin. Ben çizdim kartona kütüphanenin önüne koydum. Sonra hoca geldi baktı “Bu resmi kim yaptı” dedi. “Ben yaptım” dedim korkarak, acaba düşündüm yanlış mı yaptım. O da dedi “Seni Çapa’ya gönderelim”. Çapa nedir bilmiyoruz. Daha sonra çalıştık ettik İstanbul Öğretmen Okulu resmi kazandık. Yani Osman Kaptan’dı beni o resme zorlayan. Osman Kaptan olmasaydı belki de ben ressam değil de mühendislik bölümünü bitirip matematik profesörü olurdum.

► Sanat hayatınıza ilk başladığınız haliniz ile şimdiki haliniz arasındaki ne farklar var?
Korkunç bir fark var. Ben sizin yaşınızdayken farklı bir kişiydim. Gençtim. Ama şimdi gelmişim 80 yaşına. Benim fizyonomim, yaşım her şey değişti. Sanatçı samimi olmak zorunda ama şu anki toplumumuzda samimi olmayıp sıradan işler yapanlar var. Ben ilk resme başladığımda Erzurum’daydım. Küçük kitaplar yaptım. Figüratif şeyler yapıyordum. Şu an konuşurken ben de yaşlanıyorum, siz de yaşlanıyorsunuz bilimsel olarak. Ama biz bunu bu gözler ve bu beyinle fark edemiyoruz. Ama milim milim yaşlanıyoruz. Resimde de bu böyle oluyor. Erzurum’da portre çalışmasıyken sonra İstanbul’a gelince orada hocaların da etkisiyle figüratif ve biraz soyut bir tarz çıktı ortaya. Ondan sonra Gazi’de benim hocam Adnan Turani’ydi. O soyut resimler yapıyordu. Almanya’dan yeni gelmiş genç heyecanlı bir hocaydı. Ben onun etkisiyle soyut resimler yapmaya başladım. Sonradan asistanlık dönemimde yavaş yavaş bir perdenin arkasından bir şeyler görünür gibi bende figürler belirmeye başladı. Artık hocanın etkisinden ayrılmaya başladım. Bu küçük bir çocuğun annesinin babasının terbiyesi altında büyümesine benzer. Bütün eylemlerini o anne ve babanın yönlendirmesiyle yapar.

bizdeki-sanat-egitimi-sanati-torpuluyor-517608-1.

Biz sanatçılar eğer samimiysek hocanın etkisi de üzerimizde o kadar oluyor. Eğer kendimizi geliştiriyorsak zaman içinde o hocadan ayrılıp kendi kişiliğimizi koymaya başlıyoruz. Bununla da yetmiyor. Kişi zaman içinde nasıl değişiyorsa ona koşut olarak resmi de değişiyor. Ben 20 yaşında nasıldım, 30 yaşında nasıldım bunlar eğer yapıtlarına yansımıyorsa, o kişinin yapıtlarında kişilik bozukluğu vardır. Mesela Picasso’nun gençlik dönemlerine bakın sonra kübizmin varyasyonlarını yaptı.

Ben hiçbir zaman para için resim yapmadım. Ama benim çalışmalarım kendine özgü bir dil oluşturması nedeniyle halk tarafından rağbet gördü. Bir Fransız kültür ateşesi vardı ben Bilkent’te hocayken. O gelip beni gecekonduda buldu. Üniversitede hoca olmama rağmen ilk dönemlerin büyük bir kısmı gecekonduda geçti. Ama zaman içerisinde bir baktık ki benim resimlerimi herkes alıyor. Çok resim satıldı, şaşırdık. İlk zenginleşme, tabiri doğruysa, o zaman başladı 1984 yılı. O kadar çok resimden para geldi ki yazlık aldık, sıfır Mercedes aldık, Çankaya’da daire aldık, o gecekonduyu bırakıp oraya geçtik. Sonra baktık hala para geliyor. Sonra oturdum dedim Mustafa Ayaz sen artık bir müze arsası al. Sonra şans eseri buranın arsasını aldık. Ve çok mutluyum. Dünyanın her yerinden sanatseverler geliyor.

► Bir röportajınızda müzenizin kuruluşu için “Devlet ve toplum sanatçıya sahip çıkmalıdır. Çıkmazsa sanatçı kendisine sahip çıkmalıdır.” Diyorsunuz. Türkiye’de sanatçıların yerini nasıl görüyorsunuz?
Türkiye’de sanat yeterince anlaşılmadı, yöneticiler olsun halk olsun, yeterince kavramış değil. Ben şöyle küçük bir örnek anlatacağım. Büyük Atatürk’ün söylediği bir laf var o da “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri koparılmış demektir.” Bunu ben şöyle kanıtlıyorum. 2.Dünya Savaşı’nda Amerikalılar bakıyorlar ki bizim bir ayağımız eksik. Amerika’da makinalar, uzay şeyleri yapılıyor bilmem ne ama sanatçı yok. Geliyorlar Avrupa’da Rusya’dan kaçan sanatçılara yüksek paralar vererek Amerika’ya transfer ediyorlar Amerikan sanatı daha farklı bir noktaya gelsin diye. Şunu kavramamız lazım, toplumun bir parçasıdır sanat. Eğer sanat yoksa o toplum geri toplumdur, o toplum henüz gelişme aşamasını tamamlayamamıştır. “Sanata ne gerek var” dediğiniz zaman geri bir ülke oluyoruz. Devlet henüz bu işi kavramış değil ben öyle görüyorum. E toplum da en ufak bir ilgi göstermiyor. Müzeler gezilmiyor yeterince. O nedenle sanatçı kendine sahip çıkmalı. Ben artık burayı yaptıktan sonra kimsenin bana sahip çıkmasını beklemiyorum. Ben kendi kendime sahip çıktım.

bizdeki-sanat-egitimi-sanati-torpuluyor-517609-1.

► Sanatçıların halktan kopuk olduğuna dair bir algı var. Siz halkın içinden gelen bir sanatçısınız. O bağı nasıl koruyorsunuz?
Ben aslında topluma giremem. Tabii buraya gelen bir sürü sanatsever var kursa gelen ya da müzeyi gezmeye gelen. Onlarla iletişim kuruyorum. Ama ben mesela üniversitede hocalık yaptım profesör oldum ama 4 ay sonra ayrıldım üniversiteden. Baktım öğrencileri pek beğenmedim. Para verdikleri için şımarıklardı. Ben resim yapmak istiyordum. Zaman yetmiyordu bana. En az 15- 20 bin desenim var. Türkiye’de yok böyle bir şey. Ama Picasso 40 bin civarında. Ona erişmek mümkün değil.

► Sanatınızda yaratıcılığınızı ve heyecanınızı uzun yıllar boyunca nasıl koruyorsunuz?
Sanat bir tutkudur. Eğer bu tutku samimiyse, kişi bundan kurtulamaz. Eroinman gibidir. Bakın 3 ay önce birdenbire omzuma ağrı girdi ve parmağım gitti maalesef. Ama şimdi tedavi görüyorum, baya baya çalışmaya başladı. Ben kısa notlar alırım. Bir yere de şunu yazdım bundan 1 ay önce, “Geveze elim hiç durmuyor, doymuyor”. Ben mutlu olmak için çizmek resim yapmak zorundayım. Bağımlılık bu, bitmeyen bir sevgi. Bana diyorlar hocam sanat nedir. Ben diyorum, sanat, Ferhad ile Şirin’in dağı delip birbirlerine ulaşmasıdır. Sırf para kazanayım diye, sergi açayım diye olmaz. Bunlar gelip geçiyor. Kimler kalıyor, özgür olanlar kalıyor. Kendi kişiliğini resme yansıtanlar kalıyor. Bir insanın mayasını resme dökmesi çok önemli.

bizdeki-sanat-egitimi-sanati-torpuluyor-517610-1.

► Türkiye’deki sanat eğitimi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ben üniversitelerdeki eğitimi beğenmiyorum. Sanat eğitimi sanatı törpülüyor. Dünyada çok önemli ressamlar var. Chagall, sanat eğitimi almamış ama 20. yüzyılın 4 büyük ressamından bir tanesi, eşekleri ağacın tepesine çıkaran adam. Picasso, 1 sene gitti akademiye. “Benim buradan alacağım bir şey yok” dedi bıraktı. Matisse hukukçudur. Cezanne kübizmin babasıdır, o da hukukçu. Van Gogh papaz. Yani, biz hocalar öğrencileri belli şeylere kanalize ediyoruz yok temel sanat eğitimi yok bilmem ne. O yüzden ben kendi kurslarımda kesinlikle öğrencilerin yaptıkları işin felsefesine karışmıyorum. Tekniğine karışıyorum sadece.

Sanat eğitimi bence daha özgür olmalı. Sanat bilimsel bir olay değil ki. Sanat bireysel bir olay. Matematikte bir hata yapsanız bu yanlıştır. Ama resimde öyle bir şey yok. Sanatta özgün var ve sıradan var. Anonim işler var, bir de kiç dediğimiz sıradan adi işler var.

► Köy Enstitülerinde okumuşsunuz…
Köy Enstitüleri’nden birçok yazar çıktı. 20.yüzyılın önemli öykücüleri şairler ve ressamlar hep oradan çıktı. Sadece köy enstitüleri değil o fırsatlar önemliydi. Bedava çocuğa alıyor elbisesini veriyor, kitabını veriyor. Yani yaşam sıkıntısı yoktu bizde. Çorap veriyor, kağıt veriyor, tuval boya veriyor. Her şeyi devlet veriyor. O bir rüzgardı. Sanat rüzgârı. Bir çağdaşlaşma rüzgarıydı Atatürk’ün getirdiği o hava. Bizim kuşak biz Avrupa’yı geçeceğiz diye düşünüyorduk. Çin bugün dünyaya kafa tutuyor o kadar fazla nüfusuyla. Bunlar hep ne, çalışkanlık. Biz bilmiyorum neden bu hale düştük.

► Sanatın müzik, sinema, edebiyat gibi farklı disiplinlerinden besleniyor musunuz?
Tabii ki. Ben çok kitap okurum. O kitaplardan ilham alırım. Mesela benim bir resmimde gökyüzünde “Bana bir kol gönderir misin” der. Yani insan parçaları bir gün uzayı istila ederse hiç şaşırmayın diye. Bu korkunç bir iddia. Bu acayip düşünceler bana okumaktan geldi. Okumayan insan cahil insandır. Sadece bir tuval boyamakla insan kendini tamamlayamıyor. Ben müzikten çok yararlandım. Ankara’daki opera binasına biz öğrenciler giderdik. Sonra tek başıma gitmeye başladım. Hele baleye bayılıyordum. Elime bir tomar küçük kâğıt alırdım. Cebimde kalem olurdu. Işıklar sönüp gösteri başlayınca karanlıkta yapılan hareketleri bakmadan çizerdim kağıtlara. Sonra gelirdim okula o kağıtlar bana çağrışım yaptırırdı. O desen üzerine teorik çalışmalar yapardım. Ben bölümü bitirince Çorum Öğretmen Okulu’nu çektim kurada. Oradaki öğretmen odasında çok güzel bir müzik seti vardı. Bethoven’ın 9. Senfonisini açıyordum, elimde kâğıt kalem o müziğe uyarak çizerdim. Ben şimdi bunu anlatırken bile tüylerim diken diken oldu. Bu duyguları yaşamayan insan ressam olamaz. Duyarlı olmak lazım. Odun gibi insanlardan bilim adamı çıkar ama sanatçı çıkmaz.

► Mustafa Ayaz’In bir günü nasıl geçiyor?
Sabah kalkarım. Kızım beni atölyeme bırakır. Ben orada tulumumu giyip çalışmaya başlarım. İlham dediğin şey çalışmaya başlayınca gelir. Hiç çalışmazsan ilham hiçbir zaman gelmez. Kendim çayımı yaparım, evden yemek getiririm. Lokantadan asla yemek yemem. Sonra müzede dersim varsa buraya gelirim. Sonra kızım Nilay ile eve gideriz. Sonra kitap okuyacaksam kitap okurum. Ardından defterlerim var kalın kalın desen çizerim. Yapacağım resimlerin taslaklarını evde çizerim. Arada çok yorulduğumda İtalyan kanalları var, İtalyanca bilmiyorum tabii ama, görsel olarak hoşuma gidiyor. Daha sonra fiziksel hareketlerimi yapıyorum elim falan için sonra da gider yatarım.

Şimdiye kadar bir sürü ödüller kazandım ama ben ödül almaya gitmem. Kızım Nilay gider. Sevmiyorum ben öyle şeyleri. Ödül verecekler gideceğim teşekkür edeceğim, heyecanlanacağım. Özgürlüğüm sınırlanacak. Ben istediğim gibi konuşmalıyım. O bakımdan resmi şeyler hiç hoşuma gitmez. Ben tek başıma olmalıyım. “Karanlıktan çok korkarım ille de kara insanlardan” yani cahil insanlardan.