Bazen bazı şehirler için ölüm hayata dair bir renktir.

Daha 12 Eylül faşizminin tozu kitapların üzerlerinden, ayak izleri kapılardan silinmemiş ve hatırası belleklerde zayıflamamışken 80’lerin Ankarası’nda yaşıyor olmanın en sıcak göstergesi ciğerleri is ve kurumla dolduran o kömür kokusuydu. İnsanın kendi ölümüne her nefeste biraz daha katkı sunan bu is ve duman aslında bu renksiz şehrin tek rengiydi. Biz o zamanki Ankara’nın ölüm taşıyan bu rengi ve kokusunun hayata dair, yaşanmışlığa dair bir şey olduğunu şimdinin Ankarası’na baktığımızda anladık. İşte o yıllarda sokak lambalarının olmadığı ve bizim bunu şimdilerde yoksulluk saydığımız o kentte, akşam okul çıkışında, eve gitmek için kullandığım bir el feneri benim bütün hazinemdi. Babam vermişti. Bir el fenerinin bile bir çocuğun gönlünü kolayca alabildiği yıllardı.

O şehre renk çok az geldi. 1990’larda, ki henüz 12 Eylül faşizminin bir ilkokul müdürünün eliyle saçımızı çekişi ve sevelim diye öğrettikleri ama daha öğretirken bıktırdıkları nice kahramanın hayat hikayeleri bile bir gazetenin otuz kuponla verdiği tek bir kitap için saatlerce soğukta sıra bekleyişimdeki heyecanı dindirememişti. Çocukluğumdan ikinci renk o kitap sırasıydı. Ve ben babamın bana daha o yaşta büyük bir özgürlük olarak bahşettiği kitaplar arasından istediğimi alma hakkımı kullanmış ve büyük bir gururla eve dönmüştüm. Seçtiğim kitap Melih Cevdet Anday’ın Raziye’siydi. “Nereden bilebilirdi ki sevdalanmaya geldiğini?” cümlesi ile başlayan bu kitaba sahip olmak yediğim soğuğa ve öldürdüğüm zamana –ki o zamanlar “zaman” her şeyden çok ve herkesten fazlaydı- fazlasıyla değmişti.

Ve bir gün o şehre yine ansızın bir renk gelmişti: “Radyo Arkadaş”. Birden bire o şehir ciğeri yakan kömür kokusuyla değil ruhu okşayan ve ilk defa kendisini göğündeki isin bir parçası yapan, tam da bu nedenle o isin artık ciğerleri yakmaz olduğu, bir coğrafya oluvermişti. Bir radyo kentin bütün hikayesini değiştirmişti. Sonra gece yarılarında, aslında bildiğimiz ve zaten dinlediğimiz sesleri, sözleri, türküleri ve şarkıları TRT’nin o ruhsuz ağzından kurtardığı için minnetle ve kulağımızı radyoya yapıştırarak dinlemeye başlamıştık. Kim bilir belki şimdi olsa o radyo çalmayacak, o kitap dağıtılmayacaktı. İs de kokmayacaktı Ankara. Ve bütün sokakları ve yerüstü ve yeraltı yollarıyla her yanı pırıl pırıl ancak ruhundan bir parça daha eksiltmiş olarak dolacaktı ciğerimize.

Artık bazı şehirler için yaşam ölüme dahil bir faaliyettir.

Bazen bazı şehirler için ölümle yaşamın anlamı kalmamıştır. Ölmek yaşamaya, yaşamak ölmeye dahil bir faaliyettir. Bir türkü çağırıyorum eskilerden, başımdaki sisi dağıtmaya: Al kana boyanmış don ile gömlek/ Bize nasip değil ecelnen ölmek.
Daha 12 Eylül faşizminin tozu kitapların üzerlerinden, ayak izleri kapılardan silinmemiş ve hatırası belleklerde zayıflamamışken üstelik.