Büyümek için uyumak lazım ve bu ülkede bizi çok da fazla uyku tutmuyor. Şiddeti protesto etmek için toplanıp şiddete maruz kalan kadınlar büyüyebilir mi, canlanıp serpilebilir mi? Bir yanım bu çorak memlekette çoğumuz tohumumuzu bile kıramadan kuruyup gidiyoruz diyor. Bir yanım da dirençlerimizden, retlerimizden, yükselen seslerimizden filizlenebilecek sosyal reflekslere umut bağlıyor.

Bize umut yasak mı?

Nesli Zağlı

Popülerleşen her şeyin içi boşalıyor bu devirde. Gün geçtikçe zorlaşan yetişkin hayatıyla baş edebilmenin yolu bu herhalde; nesnelerle, kalıplarla, klişelerle özdeşleşmek. Bir kavramın içi boşaltılıp her önüne gelen silkeledi mi daha kolay üstte taşınıyor. İnsanlar da içi boş kavramları üzerlerinde taşıdıkça daha donanımlı ve güçlü hissediyor. İşte bu seyreltilerek hafifletilmiş psikolojik kavramlardan biri de “ruhsal esneklik” ya da orijinal ismiyle “resilience”. Bu kavram doğal bilimler ve özellikle fizikten geliyor ve maddenin bir güç veya etki karşısında deforme olmadan eski haline dönebilmesine deniyor. İnsan için ise ruhsal esnekliği yaşanan olumsuz ve travmatik deneyimler sonrası eski haline dönebilme olarak tanımlayabiliriz. Bu noktada biz psikologlar açısından tanımsal bir sorun var. Çünkü günlük dilde kullanılan travma kavramı tırnağın veya ayakkabı topuğunun kırılması için bile kullanılabilirken, biz travmadan çok daha zorlayıcı ve sarsıcı yaşam olaylarını anlıyoruz. Teknik olarak bakıldığında travma ruhsal veya bedensel bütünlüğü tehdit eden ve ciddi sonuçları olan yaşam olaylarıdır. Bu anlamda bakıldığında standart bir boşanma olayı değil, ekonomik, sosyal ve fiziksel bedeller taşıyan bir boşanma travma özelliği taşır.

Bu tanımsal çerçeveye rağmen ben insanların yaşadıkları tatsız yaşam olaylarına travma demesini yadırgamıyorum. Çünkü bir kişi, “Tezimin kabul edilmemesi bir travma oldu benim için” diyorsa gerçekten de orada algıladığı bir tehdit vardır: Gelecek kaygısı. Aynı şekilde bir iş görüşmesine giderken tırnağı kırılan kişi için de bir tehdit yok mudur? Evet, vardır: Kendiliğini kusursuzluk beklentisiyle inşa etmiş birinin kırılmış defansı. Kısacası insanlar travmalarını işaret ettiklerinde önemsiyorum, her ne olursa olsun.

Ruhsal esneklik çok yeni bir kavram değil, en fazla çeyrek yüzyıllık bir odak psikoloji literatüründe. Travma konusu hep ilgimi çekerdi ve psikoloji lisansından yeni mezun olduğum yıllarda bir psikoloji kongresinde “Travma Sonrası Büyüme” adlı bir çalışma grubuna katılmıştım. Bu çalışmada Richard Tedeschi adlı klinisyen insanların travmadan yalnızca olumsuz anlamda etkilenip ruhsal ve tıbbi bozukluklar geliştirmediklerini aksine travmatik yaşam olaylarından geçmiş bazı kişilerin ruhsal anlamda olgunlaşarak hayata karşı farklı bir bakış açısı kazandıklarını anlatmıştı. Daha sonraki yıllarda Boğaziçi Üniversitesi’nde yüksek lisans programına devam ettiğim dönemde 2003 yılında gerçekleşen HSBC bankası ve sinagog saldırılarına maruz kalmış mağdurlarla bir çalışma yapmıştım. Gerçekten de bazı kişiler yaşadıkları korkunç terör saldırılarına lanet etmekten çok hayata, insanlara ve ölüme karşı bakış açılarında olumlu değişiklikler de yaşadıklarını söylüyorlardı. Elbette bu çalışma istatistiksel olarak anlamlı değil ancak literatürde bunun mümkün olabileceğini gösteren bulgular var. Hemen akla şu soru geliyor: Son 15 yılda yaşadığımız ve insan eliyle gerçekleştirilen onlarca saldırı, bombalama, şiddet olayından sonra biz “büyüdük mü?”. Çok emin değilim çünkü büyümek için uyumak lazım ve bu ülkede bizi çok da fazla uyku tutmuyor. Şiddeti protesto etmek için toplanıp şiddete maruz kalan kadınlar büyüyebilir mi, canlanıp serpilebilir mi? Bir yanım bu çorak memlekette çoğumuz tohumumuzu bile kıramadan kuruyup gidiyoruz diyor. Bir yanım da dirençlerimizden, retlerimizden, yükselen seslerimizden filizlenebilecek sosyal reflekslere umut bağlıyor. Travma toplumuyuz diye bize “ruhsal esneklik” ve umut yasak mı?

Bireysel öykülerimiz de elbet bu kıraç topraklarda okunup noktalanıyor. Çok zor, çok yakıcı ve sarsıcı öykülerimizle bu hayatın içinden geçip gidiyoruz. Bu ülkede çocuk olmak da, Kürt olmak da, LGBTİ olmak da, kadın olmak da, Alevi olmak da daha birçok şey olmak kadar zor. Yaralanmadan orta yaşlara gelmek mümkün mü hiç? Fanusta yaşayanların, yaşatılanların bile bu zehirli iklimden nasıl etkilendiğini görebiliyoruz. Ömürlerinin en az bir döneminde tacize, şiddete, ekonomik krize, ihmale uğramamış olanların sayısı o kadar az ki. Bu noktada sanki suya düştün ıslanacaksın mantığı işliyor. Bir kez bu hayata doğdun mu örseleneceksin. Baban anneni dövmese komşu amca taciz edecek, yokluk çekmesen dostum dediklerin tarafından dolandırılacaksın, huzurlu yuvanda sesin yükselmese iş yerinde mobbinge maruz kalacaksın. Yani illa ki kıracak, örseleyecek ve bazen çatırdatacak bu hayat seni. Ama işte önemli olan sonrası! Kişisel bütünlüğünü bozmadan korumak değildir ruhsal esneklik; kırılmışlığını yaşamın özü olarak alabilmektir. Bak işte ben şuramdan kırıldım ama üstüne çok yüklenmeden diğer yanımdan aldığım güçle yola devam edebiliyorum demektir. Arabesk bir söylemle yıkılıp yıkılıp yeniden ayağa kalkmaktır. Aslında nasıl da zordur kırıkların ince ince sızlarken ayaklarının üstünde durmak. Ama bir kez yaparsan hep yapabilirsin, anasının haznesinden sıcak çıkmış bir tay yavrusu gibi. Ayakta kalmak hayatta kalmak mıdır ondan çok emin değilim, ama yaşayıp görmek gerek.
Hayat öyküleri bir direniş anıtı gibi olan insanlar var. Yaşadıklarını dinlerken kulakların uğuldar ama yüzlerine baktığında “esnemişliğin, değişip dönüşebilmişliğin” tüm emarelerini bulursun. Onlar tutunandır, resti çeken ve kazanandır. Mümkünse böyle hikâyeleri iyi hissettiğiniz zamanlarda dinleyin, o direnişçi kahramanların otobiyografilerine ayağa kalkabilir olduğunuzda başvurun. Çünkü insanlar bu sıra dışı direniş hikâyelerinin kahramanlarıyla kendini kıyaslıyor ister istemez. Maalesef çoğu zaman da Almanlar yenildiği için kendileri de yenilmiş gibi hissediyor. Oysa herkesin bu hayatla başa çıkmak, esnemek, direnmek ve üstünden atlayıp devam etmek için kendi biricik yöntemleri var. Herkes yarasını kendi merhemiyle sarıyor. Tutunanları tutunamayanlardan ayıran en önemli fark Freud’un işaret ettiği gibi sevebilmek ve çalışabilmektir. Burada sevgi yalnızca anladığımız sevgi olmadığı gibi, çalışmak da yalnız anladığımız çalışmak değildir. Travmayla savaşmanın özü bütün hissetmekten ve tutunmaktan geçer. Bizim gibi toplumlarda bütün hissedemeyeceğin kadar müdahaleci, kaygan bir zemin mevcuttur. Ancak kendini ve çevresini dışarıdan görebilen, esneyebilen ve akabinde tekrar hayata sabitleyerek tutunan kişi direnen ve kazanandır.

Özetle ruhsal esneklik dediğimiz şey aslında “yaşamak”. Esnemeden yaşamak zaten mümkün değil. Bu noktada ruhsal esneklik tanımındaki eski haline dönmek vurgusuna pek katılmıyorum. Travmayı yaşayan kişi asla aynı kişi olamaz. Heraklitos’un aynı nehirde iki kez yıkanılmaz dediği gibi yeni biri olur. Yüzüne baktığınızda hemen fark edilmeyecek bir çizgi eklenmiştir ya da başına bir tel beyaz saç. Sabahlara kadar uyutmayan acılar insana aynı kalma şansı vermez. İyi ki de vermez. Başka türlü silkelenip, esneyip kültür fizik hareketlerine girişemezdik hayatın… Bozulan bir makineyi tamir ettikten sonra bir parçanın artması gibi yaşansa acılar, cebimize hep bir küçük yüklü öykü kalsa….

cukurda-defineci-avi-540867-1.