Son zamanlarda özellikle kimi sanatçılarımızın yine kimi düzen gazetelerinde yaptıkları söyleşiler günlük siyasetin bir yansıması olarak düşünülüp yorumlandı. Oysa yeni değerler sisteminin bir parçası olarak onları yeniden okumamıza ihtiyaç var

Bize yeni bir “ruh” lazım…

Eren Aysan

Sanat Dünyamız Kültür Sanat Dergisi’nin 1995’te çıkardığı, “Avant-garde 1945-1995 son yarım yüzyılın sanat akımları ve kavramları”, Art –Brut, San Francisko Okulu, Semiyotik, Soyut Dışavurumculuk, Asamblaj, Color –Field, Hard – Edge, Junk, Yeni Dada, Akademik Sanat, Dekolaj, Formalizm, Fluxus, Formalizm, Funk, Hiperreazlim, In Situ, Pattern Painting, Yeni İmaj, Özgür Figürasyon ve birçok sanat hareketinin bir bileşkesi olarak sunuluyordu. Bu sanat hareketlerinin hemen hepsinde gördüğümüz ortak yan Amerika’da ortaya çıkması yahut gelişim göstermesiydi.

Baudrillard’ın o meşhur, “Bir şey Avrupa’da düşünülür ama Amerika’da icat olunur!” sözüne uygun düşecek biçimde Avrupalı sanatçıların 1848 barikatlarından 1968’e taşıdığı, hayatla sanatı belki bir anlığına kavuşturan o yüce ruh böylece kaybolmuş, üretim devasa sergi salonlarında hakikat kılığında boy göstermişti. İçi bomboş kılınarak elbette. Süreç içinde özerkleşen yani saraya ve kilisenin himayesine, ardından da piyasaya ve kitle kültürüne başkaldıran sanat işlevsizleştirilmiş, hatta hayattan yalıtılmış, bambaşka formların kurbanı oluvermişti. Oysa, Frankfurt Okulu’nun çizgisinden çok da sapmayan Peter Bürger’e göre, “avangard” yeniden kurumsallaşmaya olan başkaldırıydı. Devrimi siyasetin yedeğinde değil, hatta ona rağmen, zaman zaman da kendini siyasallaştırarak gerçekleştirmeyi denerken içinde bulunduğu piyasa anlayışını da duman etmeye kafasını koymuştu. Şimdi o da böyle bir Amerikancı sanat anlayışıyla darmadağın oluyor, bambaşka bir kimliğe bürünüyordu. Zaman onu da buharlaştırıyordu anlayacağınız.

İspanyol yazar Roberto Cossa’nın “Babaannem Yüz Yaşında” oyununda adı üstünde yüz yaşındaki babaanneye bütün aile yiyecek yetiştirmeye çalışır. Didinip çabalayan bir baba, saçını süpürge eden karısı ve hala, kötü yola düşmüş genç kız, asalak yaşayan kardeş ve sonradan aileye katılan, kısa zamanda felç olan damat da çalışıp babaanneyi beslemeye kendilerini adarlar. Oysa babaanne kapitalizmin ta kendisidir, ona yiyecek verdikçe daha fazlasını ister. Ailenin tüm üyeleri sırayla telef olur. Bir tek yaşlı babaanne hayatta kalır. En son sahnede inatla saksıdaki çiçekleri yemektedir!

Aslında babaanne içine girdiği formda yalnızca insanların çanına ot tıkamaz. İyi, güzel, doğru ne varsa sırayla öldürür ya da dönüştürür. Üstelik de kitle kültürünü içine alarak... Diane Crane, “The Transformation of the Avant- Garde”de, İkinci Dünya Savaşında Amerika’ya göç eden ya da göç etmek zorunda kalan bir dizi sanatçının sözüm ona himayeye alındığı tarihten başlayarak ( Cristopher Hampton “Ah Holywood” adlı eserinde Brecht, Adorno, Horkheimer, Brecht hatta H. Mann’ın içinde olduğu çaresizliği ne de güzel anlatır!) seksenlerin ortasına kadar olan döneme değin artan sanatçı, müze ve galeri ağını nedenleriyle sorgular. Kişisel koleksiyonerlerin yerini daha çok işletme koleksiyonerleri alır, bir dizi sponsorluk uygulamasıyla elbette. Böylece işletmelerin gücüyle sanat ayrıcalıklı tanıtım / reklam alanı haline gelir. Doğal olarak medya dünyasında da işletmelerin uygun gördüğü eserlere ait bölge genişler. İşin içine bir de insanları şoke etme, şaşırtma gibi tekniklerle bir dizi planlı skandallar birleşince eğlence dünyası ister istemez, sanatın kimi unsurlarını da içine alarak, deyim yerindeyse eriterek gelişim gösterir. Zaten artık doğru ile yanlış arasında ayrım yapmak imkânsızlaşmıştır. Adorno’nun, “Yalan ile hakikat arasında bir dönemeçteyiz şimdi...” sözüne sadık kalarak hem de.
Aradan geçen süre içinde ne yazık ki yüz yaşındaki babaannemiz sanatı esir alırken yeni imkânlara, yeni çıkışlara imkân vermez.

Ayrıca daha önceki gelişimlerden edinilen izlek şudur: Her daim çoğu genç olan “yenilikçi” kimi ekipler içinde eserlerinin estetik gücünü de arkalarına alarak sanat pazarının egemenliğine isyan ederler. (Not: Estetik gücü olmayan eserler verenler bağırdıklarıyla kalırlar!) Sonra süreçte kendi alternatif kurumlarını yaratırlar. Bir de bakmışsın ki bu kurumlar zamanla yeni bir iktidar aracı haline gelivermiş! Şunu da eklemek lazım; ne yazık ki kendi gücünü yaşamla koşut tutarsa ancak varolabilecek sanatın yeni değerler sistemine karşı koyuşunu sabırla bekleyen genç kuşaklar uzun zamandır çaresiz. Ufukta bir yol arıyor. Elbette günün birinde beklenen olacaktır da.

Bizim de, son zamanlarda özellikle kimi sanatçılarımızın yine kimi düzen gazetelerinde yaptıkları söyleşiler günlük siyasetin bir yansıması olarak düşünülüp yorumlandı. Oysa yeni değerler sisteminin bir parçası olarak onları yeniden okumamıza ihtiyaç var. Meselenin görünenden daha büyük olduğunu anlamak zorunda, bize uzun zamandır angaje edilen yepyeni bir sanat piyasası anlayışına bakmakla yükümlüyüz. Buradan çıkacak sonuçlar ise belki de yeni bir dönüşümün başlangıcı olacak.

Şunu da eklemek lazım: Goethe genç bir delikanlıyken “Sturm und drang” hareketi içinde eserler veriyor, dönemin sanat piyasasına yani saray sanatına başkaldırarak yeni imkânları zorluyordu. Peki gençliğin o son kışı bittikten sonra Weimar’a gelip, Schiller’le buluşmalarının ardından bir zamanlar yüksek sesle itiraz ettiği hemen her şeyi kapsayacak yeni bir “weimar klasizmini” oluşturmanın ardında ne yatıyordu? Daha rasyonel düşünme mi? Bir zamanlar itiraz ettiği sanat içinden kendi doğrularını alarak yeni bir üretim sağlama mı? Yoksa belli bir yaş aldıktan sonra Şükrü Erbaş’ın dizeleriyle daha kolay söylersem, “geniş bir gülümsemeyle bakıyorum hayata” dürtüsü mü? Bu yaklaşımın temel nedenlerini de piyasa değerlerine koşut olarak ele alabilme yükümlülüğü var omuzlarımızda… İşimiz bir hayli zor anlayacağınız...