Belki demiştim hikâyesini okuduğumda, bir bardağı kırıp fırlatmak istemişti; rüyalarında birine yumruğunu indiriyordu belki de. Kim bilir öfkeliydi, çok öfkeliydi Van Gogh, kendi kulağını kestiğinde!

Bizi anlayan deliler  nereye gittiler bayım?

> SİNEM SAL @sinemsal

İLLÜSTRASYON: RIZA TÜRKER

“Kelimeler yardım edecek perişan akla;
Kasvetli kara hastalığı dindirmeye ve hafifletmeye…”
Horatius


Yine de bu hafta bir hikâye anlatmayacağım. Çünkü yeterince anlatılıyor bize. Kötü hikâyeler hem de. Vasatlar. Filme uyarlanıyorlar. Her seferinde bir umut bekliyorum; yönetmen, filmi iyi bir sona bağlar belki, diyorum. Öyle olmuyor. Genel, masal kurallarına göre iyiler iyiye; kötüler kötüye de kavuşmuyor üstelik. Bize iyi bir hikâye anlatılmıyor dostum. Gösterilmiyor da. Biz de iyi bir hikâye anlatmayacağız belki ama; iyi bir hikâye yazacağız. Gel, hiç olmazsa, buna inanalım!

Bu yazı boyunca birkaç delireni okuyacaksınız. Güzel delirenleri. Kendilerinden başka kimseye zarar vermezken, dünyaya nimetler sunarak delirenleri. İnsanlar, ne güzel delirdiler. Sakince delirdiler, kimseyi yaralamadan delirdiler, kendi içlerinde delirdiler, yazarak delirdiler, şarkı söyleyerek delirdiler, resim yaparak delirdiler, oldukları yerden başka yere gitmek istemiyor gibi orada sallanarak delirdiler, akıllarını kaybederken kalplerine mukayyet olurken delirdiler. Tarihte onun gibi delirenler de oldu elbet. İmzasını zulmün altına atan, çok yaşamıyor yine de.

Ama insanlar, güzel delirdiler dostum. Mesela muhtemelen siz bilmezsiniz; bizim mahallede Deli Sebahat vardı. Sabahları balkona çıkar, horoz gibi öterdi. O yıllarda ben küçüktüm. Anlamazdım. Deli Sebahat balkona çıkınca, perdenin arkasından onu izlerdim. Elektrik süpürgesinin borusunu alır, camdan sarkıtırdım, perdenin arkasında saklanarak. Ben de horoz gibi öterek ona karşılık verirdim. Yalnız hissetmesindi kendisini. Ben ötünce o daha çok öterdi. Arada küfrederdi. Bütün deliliği bu kadardı. Karşı karşıya iki pencerede ötüşürdük Deli Sebahat’la. Yıllar sonra büyüdüm. Büyüyünce kendi çocukluk imparatorluğumu ve daha birçok şeyi terk ettim. Ötmeyi bıraktım. Deli Sebahat öldü. Üç gün ötmeyince, komşular evinin kapısını kırmışlardı. Söylemiş miydim bilmiyorum, ötmeyi bıraktım. Bir gün bir şiir okudum; Sebahat’ı anladım. Ergin Günçe’nin şiiri, “Bir suç oluyorum ben de külümü karıştırınca/ Kimleri, kimleri, kimleri vursam/ Önce kendimden mi başlasam şakalaşmaya/ Önce kendimden mi başlasam /Ben istesem Horoz gibi öterim …” diyordu. Bu dizeleri okuyunca durmuştum. Bazen anlamlar geç gelir. Ama gelir. Deli Sebahat’ı anlamıştım. Sarı bir sonbahar günüydü ve Deli Sebahat artık yoktu. Bütün derdimiz anlaşılmaktır çünkü. Anlaşılınca ya da anlayınca gideriz. Olayımız biter. Mevzumuz sona erer. Konu kapanır.
Ama insanlar, güzel delirdiler dostum. Sarı demişken, son resmi “Buğday Tarlası” için kardeşim Van Gogh, bir mektubunda şöyle yazmıştır: “Bulutlu bir gökyüzü altında, uçsuz bucaksız buğday tarlalarının resmini yapıyorum; üzüntüyü ve en uç haliyle yalnızlığı ifade etmekten çekinmedim.” Bazılarını yalnızca bir günde tamamladığı ve bütün dünyayı ele geçiren eserlerini, yaşadığı krizler arasında, hypergraphia adı verilen bir semptom etkisinde üretiyordu. Buğday Tarlası resmine baktıkça bu sözleri hatırlayın: “Kriz beni, fırtınalı bir günde, tarlada resim yaparken yakaladı, kendimi endişe karşısında bir ödlek gibi hissettim. Bu yüksek sarı tonlara ulaşmak için her şeyin, zorla, en yüksek noktasına getirilmesi gerekiyor.” Belki demiştim hikâyesini okuduğumda, bir bardağı kırıp fırlatmak istemişti; rüyalarında birine yumruğunu indiriyordu belki de. Kim bilir öfkeliydi, çok öfkeliydi Van Gogh, kendi kulağını kestiğinde!

Ama insanlar, güzel delirdiler dostum. Şair Dino Campana 12 yaşında geçirdiği sinirsel bir rahatsızlık üstüne başlar şiir yazmaya. Imola’da bir akıl hastanesinde yatar. Her şeyi başka türlü algılar. Toplum, o zaman da şimdi de, başka türlü algılamanıza izin verir. Ama başka türlü yaşamanıza müsaade etmez. Campana, yatırıldığı akıl hastanesinde de şiirler yazmaya devam eder. Hatta Papini’ye el yazması kitabını gönderir. Kitap, kaybolur. Campana, hatalı olarak kabul edilen bu kitabını yeniden basar ve sokaklarda satarmış. Hatta zaman zaman sayfaları tek tek koparıp satmışlığı da varmış. Sırf kendini anlatmak için. Deliliğinin temeli buradaymış yani: Beni anlayın ulan, anlayın biraz!
Yani bayım… delilik böyle bir şey. Dünyaya kırılıp kendi yarattığı dili konuşan Hölderlin var, başka başka isimler altında şahane eserler yaratan Pessoa var, Amiel’i arada bırakan bir dünya ve yazdığı günlükler var. Bizler, güzel delirenleri tanıdık bayım. Tarih sizi aynı kefeye koyar mı? Koyarsa ben, öyle tarihi üzerim.

Keşke gerçekten delirseydiniz bayım. Keşke kalbinizin yerinden çıktığı anları yaşayabilseydiniz bayım. Bayım dediğimi yanlış anlamayın. Tek kişi değil. Yüzlerce… her yerde arama ciddi anlamda takip mesafesi koymaya çalıştığım bir bayım var. Mezarlara saldırıyorlar bayım. Ölüyü öldürmeye çalışıyorlar bayım.

Ama insanlar çok güzel delirdiler dostum. Siz niye bu kadar kötü delirdiniz bayım?