Bizim kuşağın siyasallaştığı dönem denebilir ki açlık grevleri, ölüm oruçları ve “hayata dönüş” operasyonlarının üzerine damgasını vurduğu bir dönemdir. Yenilmiştik. 12 Eylül karanlığı çocukluklarımızın, ana babalarımızın üzerinden geçmişti. Özal ile memleket dahilinde ve dünya üzerinde tarihin sonu kapitalizmin zaferi ilan edilmiş, insanlığın insanlaşmak için ürettiği ne varsa üzerinde tepinmek bir trend haline gelmişti. Üzerimize demir perde ve Berlin duvarı da çökmüş, makbul kapitalizm ile adını bile anmakla dinazor olduğumuz sosyalizmin reel versiyonu arasına sıkıştırılmıştık. Kuşağımıza damgasını vuran derin bir nihilizmin getirdiği coşku ile politikleştik. Madem hayat bu kadar anlamsızdı onu anlamlı kılmak için kendi hayatlarımızı solcu olarak “mahvetme” lüksüne sahip olmalıydık. Tersten esen rüzgara karşı yelken açtık. Pardon yelken açamadık. Biz daha ziyade kendimizi ilk insan ilk bizonu o mağaranın duvarına çizdiğinden beri akan o büyük insanlık nehrinin üzerinde yüzen minicik bir yelkenlinin kürek mahkumları gibi hissettik hep. Sırtımızda karşı ideolojik hegemonya denen kamçı. Ve çok uzaktaki bir limana varabilmek için o minicik kürek çekişlerine ihtiyaç olduğunu bilerek dişini sıkan tarihsel forsalar. Tersten esen rüzgara karşı, destroyerlere karşı, basınımızın amiral gemilerine karşı dişlerini sıkan ve meydan okuyan çoşkulu bir şarkı tutturmuş neşeli köleler.

Kamuoyu vicdanı

Sonra açlık grevleri ölüm oruçları başladı. Aramızdan kimileri zindanda idi o vakit. Hakları gaspedilmiş, tabutluklara kapatılmış, sürgün, tecrit, itirafçılaştırma kol gezmekteydi. İlk dalga açlık grevleri, yazarlar, sanatçılar, aydınların oluşturdukları heyetin katkısı ve henüz ölmemiş bulunan kamuoyun vicdanının baskısı ile arkasında 12 ölüm bırakarak da olsa başarıya ulaştı. Ancak aynı orada meşru taleplerle önce açlık grevi olarak başlayan ve ölüm orucuna dönüşen süreç maalesef bambaşka bir hale büründü. Ondan sonrası bir tufandı. Artık biz ezilenler adına politik olarak ağzımızı açmanın olanağı yoktu. O güne kadar tutsakların arkasında duran kamuoyu vicdanı sanki buz kesti yahut öldü. Kendilerini ateşe verdi tutsaklar. “Bildik çevreler” olan bizler dışında kimseden buna karşı ses alamaz olduk. Ve arkasından “hayata dönüş operasyonları” geldi. İnsanları bildiğin insan evlatlarını kadınları ve erkekleri parmaklıklara bağlayıp yaktılar bu memlekette. Bombalar attılar üzerlerine. Silahlarla vurdular. İş makinaları ile kollarına bacaklarını kopardılar. Sonra dönüp “örgüt karar almış, kendilerini yaktılar” dedi yetkililer. Buz kesmiş vicdanlar inandı. İnanmayı seçti. Kıpırdamadı.

Çaresizliğimiz

Şimdi o operasyonlardan ölümlerden kurtulanlara rastlıyoruz. Hafızaları yok. Konuşmaları mütereddit. Yürüyüşleri acılı ve ürkek. Boğazımızda onların bu hale gelmesini, ölenlerin ölmesini engelleyememiş, buna gücü yetmemiş olmanın çaresizliği. O büyük duvara çarpmanın, hafızasız, konuşmamayı tercih eden, acılarının karşısında kendilerini ezenleri değil kendi ezdiklerini cezalandırmayı seçen bir toplumun içerisinde yaşamanın çaresizliği. Büyük insanlığın nehrinde, bir tekne bir çift kürek, ve durgun ölü bir nehir şeklinde görmek yalnızlığı. Şaşırıp bırakmak kürekleri. Sürüklenmek.

Maalesef Yaşadık!

Demem o dur ki, açlık grevi hiçbir çaresi kalmayanın bedenini bir silaha dönüştürüp bir varlık çığlığı atmasıdır. O ki büyük insanlığa, onun ahlakına ve vicdana sığınmıştır. Bildiğimiz o ki karşımızdakilerin ne talepleri duyacak bir aklı, ne insanlığı ne ahlakı ve vicdanı vardır. Maalesef yaşadık. Ölmeye cesaretimiz yoktu ve bunu öğrenecek kadar çok yaşadık...