İsrail’in gerçekleştirdiği Mavi Marmara katliamı üzerine yazdığım bir yazıydı bu. Köşeyi zahmet çekmeden doldurmak değil niyetim, son İsrail vahşeti karşısında da yıllar önce yazdığım bu yazıdaki gibi düşünüyorum. O nedenle söz konusu yazımı bir kez daha paylaşmak istedim.

Acısı da, yol açtığı öfkesi de kolay geçmeyecek elbette ama ilk şoku atlattığımıza göre üzerinde konuşabiliriz artık. Bunu, tabii ki, İsrail siyonizmini bu namussuzca saldırısında haklı gösterecek en ufak bir imaya yol açmadan yapacağız. Çünkü “vahşettir”, “kötüdür” dedikten sonra, “ama” ile başlayan her cümle, İsrail’i, aklamasa da, “adamları anlayıverelim birader” gafilliğine götürür bizi ki, yürek kirleten bir tutum olur bu. Yüreğinin temizliğini önemseyen kişi bundan kaçınmalıdır. “Hijyen” sadece bir mutfak deyimi değildir, hatırlatırım.

Benim elbette, “ama” diye başlayan bir cümlem olmayacak. Sadece bu değil, bu hengame içinde vahşeti din, etnisite üzerinden tartışarak, tüm Musevileri siyonist barbarlığın ortağı yapanlara, “ortam hassasiyeti” gerekçesiyle anlayış gösterme acemiliğim de olmayacak.

Neden? Çünkü yüreği Siyonizmle kirlenmemiş Musevi arkadaşım, o gemide öldürülenler kadar masumdur da ondan. Akıl, çoğu zaman doğru yerde kullanılamasa da, en azından olguları birbirinden ayırmaya yarayan iyi bir kavramdır. Umarım herkeste de bulunur bir miktar.

Öncelikle belirteyim, “imani fedakârlığı”, başka dinlere düşmanlık üzerine kuran, dolayısıyla böyle yaparak öte dünyada “Allah dostluğu”nu kazanacağını uman hatırı sayılır bir kesimin, adeta “iyi ki bu oldu da İsrail’in yüzü bir kez daha ortaya çıktı” havası taşıyan yaklaşımları çok rahatsız edicidir, darılmaca yok. Bir insanlık sorununu, “din sorunu” olarak görmek, başka din mensuplarına da benzeri tutumu almaları konusunda yol gösterici olur ki, kendi dininin her imanlısı, karşısındakine baştan aşağı bir cengaver kesiliverir. İstenen herhalde bu değildir. Olmamalıdır da.

Türkiye, sancılı bir toplum malum. Şu olayda bile onlarca örneğiyle karşılaştık bu sancılı tutumun. Ulusalcılar, milliyetçiler, aynı anda gerçekleştirilen İskenderun saldırısını hatırlatarak, “altı askerimiz öldü, onları da düşünün” derken, başka etnisite milliyetçileri de, “TC onca kardeşimizi keserken neden ses çıkmıyor” deyiverdiler. Bu, aynı trende yolculuk yapmamıza rağmen, vicdanımız, yüreğimiz kompartımanlara bölünmüş, herkes sadece “yol arkadaşı”nın acısına ayarlamış kendisini demektir maalesef. Filistinliye üzülürsek, etnisite milliyetçisi alınıyor, Kürt’e üzülürsek ulusalcı bozuluyor. Kalbi bu kadar parçalanmış bir toplum olur mu?

Filistin’e yardım konusunda, İslami cenahın meseleye tekelci bir mantıkla yaklaştığı çok ortada. Yardım gemilerinde, başka uluslardan – çoğu sosyalist- gönüllülerin bulunması yanıltıcı olmasın, ağırlık “din kardeşliği”ne verilmiştir. Yine de, bu tekelcilik’ten şikayet edecek halimiz yok tabii ki. Filistinli’nin yanında olmak, kıskançlıktan daha soylu bir tutumdur. Ama bu dayanışmanın bir tarihi var ki, atlanmamalı, unutmamalı, unutturulmamalıdır. Türkiye sosyalist hareketinin en genç neferleri, Filistin direnişinin yanında olageldiler hep. Hatırlamak, hatırlatmak zorundayız bunu. Gerçeğe bağlılık duygumuz en erdemli yanımızdır çünkü.

Deniz Gezmiş, meseleye, örneğin, İslamcı gibi bakmadığı için, gencecik yaşında yoldaşlarıyla Filistin’e gidip, El Fetih örgütü içinde, İsrail Siyonizmi’ne karşı savaştı. İslamcının, “İslam Enternasyonalizmi”nden (benim uydurmamdır bu tanım) anladığı ile Gezmiş’in anladığı bambaşka şeylerdir tabii. Gezmiş, Filistinlinin, İsrail Siyonizmi’nin yanısıra, ABD güdümündeki İslami yapılar ile de boğuştuğunu gördü, yaşadı. Bugünün Cihad’cıları, o dönemin Amerikan dostuydular, darılmaca yok. İslami hareketler, El Fetih’e, -ki Filistin mücadelesinin önderi, en geniş tabanlı örgütüydü- laik-komünist cephede gördükleri için, Siyonist barbarlık karşısında destek vermediler. Marksist Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, George Habbaş önderliğinde İsrail’e kan kustururken, her milletten, Deniz Gezmiş, Bora Gözen, Faik Bulut da dahil onlarca Türkiyelinin aralarında olduğu binlerce gönüllü vardı yanında, İslamcılar hariç. Enternasyonalizm budur. Enternasyonalizm acıları kompartımanlara bölüştürmez. Zulmün kurbanı kimse, Enternasyonalist ordadır.

Filistin’e yardıma giden gemilere, Filistin’in sadece Hamas tarafından yönetilen bölümüne gidiyor da olsalar, elbette destek veririm. Ama bir enternasyonalist olarak yolculuğum Gazze kıyılarında bitmez benim. Şeriatçı Sudan hükümetinin aç bırakarak ölüme mahkum ettiği 1 milyona yakın Hıristiyan’ın yaşadığı Darfur’a kadar uzanır. Uzanmak zorundadır. Benim anladığım insanlığın kısa yolu yoktur çünkü. Sözde “Enternasyonalizm”lerinin sınırı çizilmiş olanların kestirme yolları daima vardır elbette. Benden/bizden uzak olsun.

O gemilerde hayatını, alçak Siyonizmin mermileriyle kaybedenlere sevgi, saygı benden. Yardımlaşmayı kompartımanlara bölmelerini benimsemesem de, gönlüm onlardan yana çünkü.

Türkiye, İsrail’den 183 milyon dolara Heron uçakları satın aldı. Sınır ötesi operasyonlarda kullanılan uçaklar bunlar. Türkiye’nin tank, uçak yenilemelerini İsrail yapıyor. Milyarları aşan askeri ihaleler var İsrail lehine. F-4 uçaklarının hareket eden cisimleri algılamasını sağlayan, Sentetik Açıklıklı Radar (SAR) sistemleri ihalesi 160 milyon dolara İsrail’e verildi örneğin. İki ülke arasında, askeri istihbarat alanında 167 milyon dolarlık anlaşma imzalandı. Türk müteahhitlik firmalarının İsrail’de bugüne kadar üstlendikleri projelerin toplam değeri de yaklaşık 583 milyon dolar seviyesinde bulunuyor.

O gemide ölüp gidenlerin bunlardan haberi olduğuna inanmak durumundayız. Dış politikanın inceliklerini, dengelerini anlamasalar da, anlamak gibi bir niyetleri olmasa da, Türkiye’yi, hazırlıksız bir hesaplaşmanın içine sokmuş olsalar da, Siyonist barbarlığa, “din kardeşliği” gibi çok dar bir çerçeveden itiraz etseler de, inandıkları yolun “şehid”i oldular.

Hadi bakalım Erdoğan. Gemidekiler öldükleriyle kalmasınlar istiyorsan, bitir İsrail’le “işi”. Yapmazsan, gemidekiler kurşunla öldüler, senin “gemin” de su almaya başlar.

Deniz bu, insan yutmaya doymaz.