Hiçbir modern dönem filozofunun ‘amor fati’, yani ‘kaderini sev’ deme cesareti gösterecek kadar yaşamı sevdiğini sanmıyorum

Bizim yolumuz bu. Sizinki hangisi?

MURAT MÜFETTİŞOĞLU

Düşünce, çağrışımlar, sekmeler ve sıçramalar yoluyla büyür; kendi içinde dönerek genişler ve derinleşir. İnsanlık var olduğu müddetçe uzayıp gidecek sarmal bir ‘yola’da benzetilebilir. Düşüncenin neye benzediğinden daha önemli olan, onu tetikleyen mekanizmaların neler olduğudur. Çok boyutlu diyalektik süreçlerdir bunlar. Yani zihin, algıladıklarıyla, algıladıklarından çıkardığı sonuçlarla sürekli bir çatışma halindedir. Bir konu hakkındaki fikir yürütmesini bitirdiğinde ortaya çıkan bütünü hisseder; kendini farklı bir yörüngeye taşımanın sessiz ‘heyecanını’ yaşar. Söz konusu çatışma hali, ortaya çıkan iradi oluşumu parçalayıp küçültmez. Tam tersi, derinleştirip genişletir. Dahası, benzer zihinlerle bütünleşmesine, eninde sonunda aynı yöne akmasına neden olur. Tam da bu sebeple diyalektik, kimliksizliğe ve nihayet sınıfsızlığa gidiş halidir. Sistemik iktidarın zihinlerimizden söküp atmaya çalıştığı duygu, adil bir bütüne yol almanın heyecanı, coşkusu olabilir mi dersiniz?

Fikir yürütme eylemi içerik-biçim kaygısından bağımsız gerçekleşir. Ne zaman ki akıldan geçenler dile gelir, düşüncenin de rahiyası azalır. Tabiri caizse, havası çekilmiş poşet gibi büzülür. Bu yüzden sesli düşünmek, çalakalem yazmak, doğaçlama müzik yapmak iyidir. Ortaya çıkan fikir, metin ya da ezgi paylaşıma sunulduğu anda yaratıcının sorumluluğu diğer öznelere geçer: Zihinsel dışavurumlar arasındaki yakın temaları, geçmişe dönük derin bağlantıları ve geleceğe yönelik ortak hissedişleri yakalamak; kimliksiz, sınıfsız, ötekisiz bir yaşama giden yola katkı sunmaktır söz konusu sorumluluk. İdeolojik arınma adına kendini parçalara bölmüş bir toplumsal özne ve onun yürüdüğü ‘meçhul yol’ kadar trajiği yoktur çünkü.

Kolektif bütünlüğü parçalayarak var olan ‘iktidar ilişkilerini’ bozmaksa mesele, ‘bizi biz yapan’ zihinlerin yakın temalarına vurgu yapmak durumundayız. Patolojik, suni bir gerçekliğin tanımlanması ve bertaraf edilmesi üzerinden özgürlüşme refleksi gösteren bir zihnin işleyiş biçimiyle, özgürlüğü kitlesel bir hedef olarak koyan kolektifin iradesi arasında fark olmadığı gibi, birbirlerini derinden etkilerler. Zira kolektif denen bütün, onu oluşturan bireyin üst aklı değildir. İkisi birbirlerine massedilmiş halde, ortak var oluşları için çabalarlar. Hal böyleyken, ‘kurucu politika’ dendiğinde (salt) iktidarla çatışmayı değil, kolektifi oluşturan unsurların aralarındaki derin bağlantılara vurgu yapmayı da anlamak gerekir. Aynı bağlam içinde, ‘aykırı ve özgürlükçü’ zihinleriyle kolektifin oluşumuna katkı sunmuş, sunmaya devam eden düşünürler arasındaki ‘farkları’ fark edebilmek ne kadar önemliyse, aralarındaki ‘yakınlığı’ hissedebilmek en az o kadar önemlidir, hatta daha önemlidir. Oluşturulmuş toplumsallık olarak Bios’ un, sömürü ilişkilerince bozulmuş bütünlüğünü toparlayabilmemiz için bu ‘düsturun’ dikkate alınması –artık- zorunludur. Dışarıdan bakıldığında ayrıymış gibi görünen, oysa özgür varoluşa odaklanmış zihinlerin bir noktada örtüşeceklerine dair şöyle bir analoji kurabiliriz: Kâğıt üzerinde birleşme ihtimali olmayan paralel doğrular, projektif geometriye göre sonsuzda birleşirler. Tren raylarının uzakta bir noktada birleşiyormuş gibi görünmesi bu varsayımın gerçeklik düzlemindeki kanıtı olarak gösterilebilir... Matematiğin soyut dünyasına bakıp iyimserliğe kapılacak değiliz. Ancak, somut dünyada her şey çok daha kolayken, işleri güçleştiren bir iktidar matriksine tabiyiz. Durum buyken, ideolojik kodlarında bölünmeye vurgu yapılan bir muhalefet matriksinde ısrar etmenin akıllıca olduğu söylenemez.

Fikirler kâğıda döküldüklerinde rahiyalarının kaçmaması ve anlamlarının daralmaması, onları üretenlerden çok okuyanların ‘sezgilerine’ bağlıdır. Çünkü bu iş, bilmekten çok hissetmekle ilgilidir. Akıl yol aldırır, sezgiler iş bitirir. Dönüşüm ve devrim yolculuğunda bölünmüş akıl, parçalanmış irade, velhasıl yıpranmış sezgiler kadar acıklısı yoktur.

Düşünceden yola çıktık; düşünürlerle bağlayalım

Kafka’ yı, sistemik iktidarla ve onun kirli saçaklarıyla, zarif bir üslup ve olağanüstü bir hayal gücüyle uğraştığı için severim. İç dünyasında basmadık nokta bırakmadığından kısa ömründe büyük “keşkeler” yaşadığını tahmin etmiyorum. Fikirleri tam anlaşılmayan, dahası abuk sabuk taraflara çekilen Nietzsche’ yi de benzer nedenlerden ötürü, fakat daha çok, yaşama ‘evet’ dediği için severim. Hiçbir modern dönem filozofunun ‘amor fati’, yani ‘kaderini sev’ deme cesareti gösterecek kadar yaşamı sevdiğini sanmıyorum. Onun felsefesi ve dili için, anlaşılmaz, kapalı, karanlık anlamlarında ‘apokaliptik’ terimi kullanılır. Pek katılmam. Öncülü ve ardılı olmayan ne fikir ne de filozof vardır çünkü. İma edilmek istenen başka anlamlar varsa da bu yazının amacının dışında kalır. Marx’ ı, ne Kafka’ dan ne de Nietzsche’ den ayrı tutarım. O da, insanın kendine ve yaşama yabancılaşmasını dert edinmiş, bu konuda derin çözümlemeler yapmış, çözüm için zekâsını ve sezgilerini sonuna dek zorlamış bir büyük insanmış. Ayrı disiplinlere ilgi duysalar, farklı meselelere odaklansalar da üçü de aynı yolun yolcusudur. O yol, yaşamın kutsandığı yoldur. O yol, özgürlüğün ‘dikenli ve dolambaçlı yoludur’. Birbirlerinden bu denli ayrı düşmelerinin sorumlularına gelince; ideolojik arınma adına kolektifin iradesini bölmekte sakınca görmeyenlerdir.

Siyaset teorisyeni Antonio Negri’ nin sol çevrelerde seveni kadar sevmeyeni de çoktur. Lakin şu sözü, sol muhalefetin kendi içinde tesis etmesi gereken politik etiğe ve düstura dair ‘kurucu norm’ niteliğindedir: “Lenin’ i, Leninistlerin yaptıkları üzerinden yargılayamazsınız” der... Öte yandan, “soyut ilkeler somut konjonktürde işe yaramazlar” ilkesini kabul etmek bizi Leninist yapmayacağı gibi, politik/stratejik tercihlerinden ötürü Lenin’ i tamamen olumsuzlamak daha büyük yanlışa düşmek anlamına gelir.

Kafka’ yı, Nietzsche’ yi, Marx’ ı, Lenin’ i ve daha pek çok değerli zihni buluşturup konuşturamayacağımza göre, yıllar öncesinden işaret ettikleri gelecek ve gerçeklik tasavvurunu bugüne ait bir ‘ortak mekânda’ var etmenin ve yola oradan devam etmenin çabası, dünyanın geri kalan ‘aykırılarına’ düşer. İyi güzel de, ortak mekan neresidir? Farklı bir yazının konusu olsun bu. Şimdilik Irwin Yalom’ un ünlü romanı ‘Nietzsche Ağladığında’ da

Nietzsche’ nin sorduğu soruyla bitirelim:

“Benim yolum bu. Seninki hangisi?