Türkiye’de AKP iktidarının 2002’den 2012’ye on yıllık tarihsel kesitte temsilciliğini yaptığı güçte ve genişlikte yeni bir tarihsel-egemen blokun oluşturulması artık mümkün değildir

Blok kalmadı milli mutabakat verelim

METİN ÇULHAOĞLU

Bu ülkede siyasette, etkili çevrelerde, önde gelen kuruluşlarda, medyada, akademide vb. önemli yeri olan kişiler vardır. Bu insanlara “çapsız” diyemezsiniz; gelişen süreçleri izlemediklerini, bilgi kaynaklarının çok yetersiz kaldığını söyleyemezsiniz.

Gelgelelim, bu kişiler ve çevreler gün gelir öyle şeyler söyler, öyle “analizler” yapar, öyle beklentiler dile getirir ki şaşar kalır, düşünürsünüz:

“Hiç mi öngörüleri yok?”
“Aptal mı bunlar?”

15 Temmuz Darbe Girişim ardından, büyük bir badire atlatan “demokrasimizin” artık iyice kökleşebileceğini, herkes kendi payına düşen dersi çıkarmışken yeni bir “konsensüs” ya da “milli mutabakat” temelinde demokrasi ayarlarına “yeniden” dönülebileceğini düşünen, bunu bekleyen çevreleri kastediyoruz.

Nasıl böyle olabiliyorlar?

Akla gelen üç neden var. Birincisi: Dilimize “olmayacak duaya âmin deme” şeklinde de çevrilebilecek olan “wishful thinking” içindedirler. İkincisi: Kendilerini çok etkili gördüklerinden “biz bastırırsak olur” demektedirler. Üçüncüsü: Darbe girişimi sonrasında Erdoğan’ın çok zayıfladığı, kimi geri adımlara istemese de razı olmak zorunda kalacağı varsayılmaktadır. Bunlardan ilkini bir yana bırakırsak, üçüncüsü başa koyup ikincisiyle destekli bir sonuca varmak da mümkündür.

O zaman, kilit sonu şu oluyor: Erdoğan’ın konumu gerçekten zayıfladı mı?

Tarihsel blok ve çöküşü

Erdoğan’ın konumundan önce başka bir noktaya işaret etmek gerekiyor.

2002 yılından 2012 yılına uzanan on yıllık tarihsel kesiti ele aldığımızda, AKP iktidarının bu dönemde ülkedeki çok partili siyasal yaşamın en güçlü “tarihsel (hegemonik) blokunu” temsil ettiğini söylemek mümkündür. AKP’nin temsilcisi olduğu blokun bileşenleri, sermaye sınıfı, liberal “kanaat önderleri”, şeriatçısından dinci-muhafazakârına uzanan genişçe bir kesimin organik kuruluşları ve sözcüleriydi. Ayrıca bu blok özel bir tarih teziyle de şekillenmişti: Cumhuriyet’in kimi aşırılıklarının törpülenmesi, toplumun bu anlamda kendine dönmesi ve yeniden “kendisi” olması…

Bu şekillenmeye verilen güçlü Batı desteğini (ABD-AB) de ekleyelim.

Blok, dış destek dâhil son 3-4 yılda sarsılmış, 15 Temmuz Darbe Girişimi'yle de çökmüş, dağılmıştır.

Bizce Türkiye’de AKP iktidarının 2002’den 2012’ye on yıllık tarihsel kesitte temsilciliğini yaptığı güçte ve genişlikte yeni bir tarihsel-egemen blokun oluşturulması artık mümkün değildir.

Dikkat edilsin: Burada, herhangi bir koalisyonu, dönemsel bir uzlaşmayı, bir ittifaklar manzumesini kastetmiyoruz. Tarihsel-egemen blok derken, zor’un ötesinde geniş ve farklı kesimlerden onay alabilen, kapsamlılığın yanı sıra belirli bir ideolojik homojenliği, kültürel yapılanmayı, bir tarih tezini ve gelecek vizyonunu yansıtan bir yapılanmadan söz ediyoruz.

Biten ve bir daha kurulamayacak olan budur.

Belki de işin bu yanı bilindiğinden şimdi “O kalmadı, milli mutabakat verelim” denmektedir.

“Normalleşme”, “ayarlara dönüş” ve bunlar için milli mutabakat…

Tarihsel-egemen blokun yerini tutar mı?

Ve asıl soruyu yeniden soralım: Erdoğan ve rejimi gerçekten zayıfladı mı?

Tarihsel blok şart mı?

Eğer rejimin zayıflamasından malum tarihsel blokun çökmesini ve bir daha kurulamayacak olmasını anlayacaksak, Erdoğan ve rejimi kuşkusuz zayıflamıştır.

Gelgelelim, sermaye düzeninin kendini siyasal ve ideolojik planda, devletiyle birlikte sürdürebilmesi için hangi dönem olursa olsun mutlaka bir tarihsel blok gerektiğini söyleyemeyiz.

Eğer rejimin zayıflamasından malum tarihsel blokun çökmesini ve bir daha kurulamayacak olmasını anlayacaksak, Erdoğan ve rejimi kuşkusuz zayıflamıştır. Gelgelelim, sermaye düzeninin kendini siyasal ve ideolojik planda, devletiyle birlikte sürdürebilmesi için hangi dönem olursa olsun mutlaka bir tarihsel blok gerektiğini söyleyemeyiz

Türkiye’de çok partili düzenin geçmişine bakacak olursak, 1950-60 arasında on yıl iktidarda kalan Demokrat Parti’nin, 60’ların ikinci yarısındaki Adalet Partisi iktidarının, 70’lerdeki Ecevit ve Milliyetçi Cephe (MC) iktidarlarının, bu arada 12 Eylül askeri rejiminin burada kullandığımız anlamda birer “tarihsel blokun” temsilcileri oldukları söylenemez.

Bu yöndeki ilk denemenin altındaki imza, “dört eğilimi birleştirme, birlikte temsil etme” söylemiyle Turgut Özal’a ve ANAP iktidarına aittir.

Bir miktar yol almış olsa bile sonunu getirememiştir.

AKP ise 2002-2012 döneminde bunu büyük ölçüde başarmıştır.

Bugün gördüğümüz ise bu başarılı dönemin sonudur.

O zaman?

Rejimin avantajları ve gedikleri

blok-kalmadi-milli-mutabakat-verelim-175976-1.

Temsilcisi olduğu tarihsel blokun çökmesi anlamında zayıflayan Erdoğan ve rejimi, bir başka anlamda güçlenmiştir.

Sonuçsuz kalıp ardından “Allah’ın lütfu” sayılan darbe girişimi sayesinde elinde epey koz biriktirmiştir. Bu kozların bir kesimi kendisine pek de iyi gözle bakmayan “Atlantik eksenine” (ABD ve AB) karşı kullanılmaktadır. Büsbütün temelsiz sayılamayacak varsayım ise şudur: Atlantik ekseni, Saray rejiminin en zor durumlardan bile sıyrılabilecek güce ve etkiye sahip olduğunu, hiç de küçümsenemeyecek bir kitle desteğinin hâlâ arkasında durduğunu görmüştür…

Mülteciler konusu, Rusya ve İran flörtü, IŞİD faktörü, Suriye sorunu vb. gücünü kanıtlamış rejimin muhataplarıyla masaya oturduğunda ortaya süreceği kozlardır ve bu alanda elinin zayıf olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir.

Ancak, rejimin kozlarını masaya süreceği asıl alan iç politikadır, Meclis'teki muhalefet partileriyle ilişkilerdir, devletin yeniden yapılandırılması ve “Kürt sorununda” yeni hamlelerdir.

Kısacası, “milli mutabakat”, Saray rejiminin devleti baştan sona yeniden yapılandırma, bunun için gerekli alan temizliğini yaparken elini rahat tutma, onun bunun çıkardığı engele takılmama niyet ve isteğinin örtüsüdür.

Ancak, AKP’nin bir sorunu vardır: Giriştiği radikal “yeniden yapılanma” hamlesine önceden çok hazırlıklı olduğu, her şeyi inceden inceye planladığı, şimdi de bunları yürürlüğe koyduğu söylenemez. Kimi alanlarda el yordamıyla, deneyip sonuçlarına bakarak, kimi zeminleri yoklayarak yürümektedir.

Başka bir deyişle, yapmayı istedikleriyle elindeki imkânlar (kadrolar, yeniden yapılanma modelleri vb.) arasında şimdilik büyükçe bir açı vardır.

Rejim bunu bilmektedir ve yaratmaya çalıştığı ortam ve havayla siyasal partiler dâhil muhaliflerinden “ilk bir yılı geri ödemesiz” kredi istemektedir.

“Milli mutabakat” bu kredi talebinin adıdır.

Başkaları yutar mı?

Değerlendirmeyi Meclis'te temsil edilen diğer üç partiyle sınırlı tutalım.

MHP üzerinde fazla konuşmaya gerek yoktur.

Başarısız darbe girişimi bu partiyi ve liderini rahatlatmıştır.

Bu partinin Saray rejiminin kendisine açılan krediyle (milli mutabakat) başlatacağı otoriter, anti-demokratik ve faşizan her girişimine elinde tuzlukla koşacağı, tek eleştirisinin ise “az bile yapıyorsun”la sınırlı kalacağı açıktır.

CHP’nin, en azından Kılıçdaroğlu ve parti üst yönetiminin tutumu da sorun olmayacağa benzemektedir. Bu çıkarımın simgesel bir kanıtı Kılıçdaroğlu’nun Özgür Gündem’in kapatılması ve gazetecilerin tutuklanmasıyla ilgili “eleştirisi”dir: “Darbecilerle aynı çizgiye düşersiniz…”

Yani Kılıçdaroğlu, Saray rejimiyle “darbe karşıtlığında” buluştuklarına, bu buluşmayla pek çok şeyin halledilebileceğine inanmaktadır. Anlaşılan mantık söyle işlemektedir: Biz darbeye karşıyız, AKP ise darbe girişiminin hedefinde idi; o zaman “bak, bu yaptığın da bir tür darbedir” dersem Saray rejimini hizaya getiririm…

CHP yönetimi ve lideri bu konumuyla kargadan başka kuş tanır mı bilemeyiz; ama darbeden başka anti-demokratik, otoriter gidiş tanımayacağını ilan etmiş bulunmaktadır.

Kısa ve orta vadede dananın kuyruğunun asıl kopacağı yer ise Kürt sorunu ve Kürt hareketinin Meclis'teki temsilcisi olacağa benzemektedir.

Muhalefetteki iki parti ile kendi kitle tabanı söz konusu olduğunda, yani bunların gözünde Saray rejimi, elinin en rahat olduğu alanın Kürt sorunu olduğunu düşünmektedir. İleride şöyle ya da böyle “masaya oturma” perspektifi bir kenarda dursa bile, o zamana kadar ne kadar ezerse, sindirirse, yok ederse o kadar kârlı çıkacağını düşünmektedir.

Üstelik “milli mutabakat” çerçevesinde fazla çatlak ses duymayacağının güveniyle…