2010 yılında gerçekleştirilen Anayasa Referandumundan bu yana siyasi iktidar tüm gücünü, başta Anayasa olmak üzere hiçbir bir hukuk kuralına uyma gereği duymamasından alıyor.

Cumhurbaşkanının sözünün ve eyleminin tüm hukuk kurallarının üzerinde tutulduğu, yasama, yürütme ve yargı organlarının Cumhurbaşkanının sözünü kıymetlendirmek ve gerçekleştirmek üzere seferber olduğu, Cumhurbaşkanının sözü ve kararı hilafına davranan tüm kesimlerin devlet-toplum-din düşmanı ilan edildiği bir ülkede yaşıyoruz.

Kendine biçilen sınırsız güç, devasa saray bütçesi ve çevresine topladığı yandaş halkasının yalakalığı ile şekillenen “her şeyi ben bilirim” ruh hali, Cumhurbaşkanını, geniş toplum kesimlerinin içinde bulunduğu durumu kavramaktan tamamıyla uzaklaştırmış durumda.

Cumhurbaşkanının kendine yarattığı konfor alanı dışında ise 10 milyonu aşan işsizin, işten çıkarma yasağı olduğu için günlük 47 TL nakdi ücret desteği ile yaşamak zorunda kalan gizli işsizlerin, pandemi yasakları nedeniyle dükkanını açamayan esnafın, artan maliyetler nedeniyle tarlasında ürün kaldıramayan çiftçinin, fahiş zamlar nedeniyle geçim zorluğu yaşayan dar gelirlinin, hayatlarının en güzel yıllarını iktidar baskısıyla geçiren gençlerin, cinsiyetleri, cinsel yönelimleri, kimlikleri ve hayat tarzları nedeniyle baskı ve tehdit altında yaşayan yurttaşların yüz yüze olduğu büyük bir yaşam zorluğu var.

Pervasız bir polis şiddeti, iktidar sopası haline dönüşmüş yargı düzeni, parti organı gibi çalışan devlet kurumları, dini ve milli duyarlılıkların istismarına dayalı kutuplaştırma politikaları ve sürekli yalan pompalayan medya kuruluşları eliyle toplum üzerinde kurulan baskı ortamı, geniş halk kesimlerinin rahatsızlıklarının güçlü bir toplumsal muhalefete dönüşmesine engel oluyor.

Toplumsal muhalefetin bu güçsüzlüğü, iktidara istediği her şeyi yapabilme ve yaptıklarının hesabını vermeme cüretini veriyor. Gezi Direnişi’nden bu yana iktidarın bu cüretini sorgulayan her türden toplumsal yükseliş ise iktidar açısından bir tür ölüm-kalım meselesi haline getiriliyor.

BOĞAZİÇİ DİRENİŞİ

Bir ayını dolduran Boğaziçi Üniversitesi protestoları karşısında iktidarın gösterdiği aşırı tepkinin altında, kendi kararının hikmetinin sual edilmesine ilişkin şaşkınlık olduğu kadar, toplumu sindirmeye yönelik kurduğu zor dengesinin yetersizliğine ilişkin bir endişe olduğu da söylenebilir.

Anlaşılan o ki, siyasi iktidar, daha önce benzerleri çok kez yapılan sıradan bir rektör atamasının üniversite bileşenleri tarafından bu denli büyük bir tepkiyle karşılanacağına, üniversitenin verdiği tepkinin üniversite sınırlarını aşarak toplumun geniş kesimleri tarafından sahiplenileceğine ve elbette protestoların bu denli uzun sürdürülebileceğine hiç ihtimal vermemişti.

Ama işte söz konusu toplum olduğunda olaylar öngörülebilir olmaktan çıkabiliyor. Keyifle yutulacağı düşünülen lokma, boğaza batan bir kılçığa dönüşebiliyor. Kurumsal tarihi, akademik değeri, sembolik önemi ve belki de boğazın en güzel yerinde kapladığı arazisiyle iştah kabartıcı yönleri olan Boğaziçi Rektörlüğü atamasında da yaşanan bu oldu. Geride kalan ay içerisinde Boğaziçi Üniversitesi akademisyenleri, öğrencileri, idari personeli hiçbir biçimde atanmış rektörü kabullenmediler. Bu kabullenmeyişi de her fırsatta ve her şekilde ifade ettiler.

Karşısında bulduğu bu beklenmedik tepkiye karşı iktidarın refleksi, meseleyi kendi zemini olan akademik özerklikten, demokratik meşruiyetten ve liyakat sorunundan hızla uzaklaştırmak oldu.

Boğaziçi Üniversitesi bileşenlerinin demokratik taleplerine karşı iktidarın tepkisi, kapıya vurulan kelepçe, teröristlikle suçlanan öğrenciler, dini değerlere saldırmakla suçlanan LGBTİ bireyler, dış güçlerle ilişkilendirilen topluluklar, yandaş medya tarafından yürütülen karalama kampanyası, şiddetle bastırılan protestolar ve tutuklanan gençler oldu. İktidar yıllardır olduğu gibi bu sorunu da kendi istediği zeminde, en bildiği yöntemlerle çözmek için elinden gelen her şeyi yaptı.

İktidarın tüm bu güç ve şiddet gösterisine rağmen mücadelelerinden geri adım atmayan, korkudan sinmeyen, öfkesini ötelemeyen ve hepsinden de önemlisi “ilk seçimde gidecekler” pısırıklığıyla korkaklığına mazeret üretmeyen hocalarımızın ve öğrencilerimizin kararlılığından öğrenmemiz gereken çok şey var.

İlki, yan yana gelmek…