Boğaziçi Üniversitesi’nin ve diğer tüm üniversitelerin haklı taleplerine kulak verilmeli, gerekli düzenlemeler yapılmalı ve yöneticiler üniversitelerin kendilerince belirleyecekleri yöntemlerle göreve getirilmelidir.

Boğaziçi’nde birtakım safsatalar

Evrim Ağacı ekibinden sevgili Arsel Berkat Acar ile 2019’da bir kitap yayınladık: Şüphecinin El Kitabı… Kitapta iyi bir argüman nasıl geliştirilir, sağlıklı bir tartışma nasıl yapılır, fikir alışverişinin temeli hangi prensiplere dayanmalıdır, gündelik yaşamda şüphecilik neden önemlidir, bazı yaygın yanlış inançların analizi gibi çok sayıda konuya yer verdik. Edinmediyseniz, okumanızı tavsiye ederim.

Birazdan bu kitaba döneceğim; ama ülke gündemi, Boğaziçi Üniversitesi rektörünün seçimle değil, atamayla gelmesi sonucunda olanlarla meşgul halde. Bu, son derece yerinde bir gündem; zira akademik özgürlük, güçlü bir ülkenin mihenk taşlarından birisidir. Bu konuda bugüne kadar çok sayıda araştırma ve uzman görüşü yayınlanmış, hemen hepsi devlet veya özel olması fark etmeksizin, üniversite bileşenlerinin üniversite liderini seçmesi gerektiğini, dışarıdan olabilecek her türlü müdahalenin en aza indirgenmesinin, bilimin ilerleyişi ve akademik özgürlük için en sağlıklı yol olacağını vurgulamaktadır.


Ya da daha anlaşılır olması için, üniversite rektörlerinin doğrudan devletin yürütme kolu tarafından atandığı ülkeler arasında; Çin, Hindistan, Cezayir, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Suudi Arabistan, Güney Sudan, Ürdün, Azerbaycan, İran, Irak, Afganistan, Fas gibi ülkeler var. Üniversite rektörünün seçimle geldiği ülkeler arasında; Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, Japonya, Birleşik Krallık, İtalya, Fransa, Almanya, Kanada, İspanya, Güney Kore, Avustralya, Venezuela, Kanada, İsveç gibi ülkeler var.

ARAŞTIRMALARDA FON MESELESİ

Bilimsel çalışmalarda, halk arasında en çok tartışılan konulardan birinin, çalışmaların metotları ve sonuçları değil de, araştırmaların kim tarafından fonlandığı konusu olduğu düşünülürse (ki bu, neredeyse hiçbir zaman sağlıklı bir tartışma konusu değildir; ama tartışılmasında sakınca da yoktur, bunu bir başka yazıya bırakalım), o araştırmayı yürüten kurumların başındaki insanların kim tarafından belirlendiği konusu da, tutarlılık namına, elbette gündeme gelmelidir: Eğer insanımız “O araştırmayı şu desteklemiş, bu araştırmaya şu kurum para vermiş” gibi yöntemlerle araştırma bulgularını keyfi olarak kabul veya reddetmeyi seçebiliyorsa, hangi üniversitede hangi araştırmaların yürütülebileceği konusunda büyük yetkileri olan rektörlerin nasıl belirlendiği de insanımız için kaygı konusu olmalıdır. Zira araştırma fonunun elde edilen sonuçlara etkisi neredeyse her zaman önemsenmeyecek kadar azdır; ancak bir laboratuvarın açık kalıp kalamayacağı veya üniversiteye gelen fonların neye, nasıl dağıtılacağı, üniversitede ne tür akademik etkinlikler düzenlenebileceği gibi hayati konular, rektörün onayına tabidir.

Burada kritik olan endişe şudur: Bir toplumun kültürel ve entelektüel anlamda en ileri, en uç noktasında olan üniversitelerde nelerin araştırılacağı, kurumun yönünün ne olacağı, üniversitenin kendisini uluslararası bilim arenasında nasıl konuşlandıracağı gibi detaylara yön verecek kişi, o üniversitenin bileşenlerince belirlenmezse, üniversitelerin doğru yönetilmesi ve harmonik bir şekilde işlemesi mümkün olmaz. Bir rektörün tek görevi belge imzalamak ve konuşma yapmak değil, üniversitenin bilimsel ve toplumsal anlamda tonunu belirlemek, kendisinden önce gelenlerce belirlenen vizyonu ne tür adımlarla gerçekleştireceğini tespit etmek, bu hedeflere uygun olarak pozisyonlar, fonlar ve laboratuvarlar (veya araştırma programları) yaratmaktır. Ama en nihayetinde bir rektörden beklenen, üniversitenin genel ortalamasını yansıtan hedeflere doğru yürürken, üniversiteyi birleştirebilmektir. Dışarıdan bakan birinin tüm bu dinamikleri rasyonel bir şekilde işlemesi imkansızdır; liyakat usulü ve demokratik kaygılar gözetilmeden belirlenen isimlerin, üniversitede sağlıklı bir şekilde güven ortamı yaratması mümkün değildir.

BUNLAR ELİTİZM DEĞİLDİR

Ve bunların hiçbiri, elitist düşünceler değildir: Elitizm, üniversitelerde üretilen aydınlığı ve ilericiliği üniversitelere saklamamız gerektiği ve akademiyi erişilmez kılmamız gerektiği iddiasında ortaya çıkar. Bir hekimin tıbbı herkesten daha iyi bilmesi elitizm değildir. Hekimliğin belli bir zümreye özel olması, tıbbın halka ulaşmaması gerektiğini savunmak elitizmdir (ve bir noktada faşizmdir). Üniversiteler kapılarını sadece belli zümrelere açsalardı veya bilimi halka aktarma (“outreach”) faaliyetlerini sonlandırsalardı (ki bu konuda ülkemizdeki üniversiteler çok gerideler; ancak bunun sebepleri ayrı bir tartışma konusu), o zaman elitist olurlardı. Kendi rektörlerini ve yönetimlerini seçme talebi elitizm değildir. Öyle ki, ABD gibi ülkelerde rektör seçimi için özel “arama kurumları” ile çalışılır, yetkinlik sahibi akademisyenlerin geçmişi, çalışmaları, araştırmaları, başarı ve başarısızlıkları didik didik edilir; adeta bir dedektifin bir vakayı incelemesi gibi… Bu sayede o üniversite için en iyi olan adaylar belirlenir, oylanır ve ortaklaşa bir şekilde, birinde karar kılınır. Bununla, tek bir kişinin sözüyle, hiçbir üniversite bileşeninin görüşüne başvurulmadan yapılan bir atama arasındaki tezadı görebilirsiniz.

Bir rektörün, uluslararası olarak belirlenen bu görevleri icra etmekten ve üniversiteye dengeli bir hedef koymaktan aciz olduğunu gösteren tek işaret, üniversitenin karışmış olması, protestolar yapılıyor olması, vs. değildir. Bilim son derece multidisipliner, ülke sınırlarından son derece bağımsız bir uğraş olduğu için, uluslararası metriklere bakmak yeterlidir: Yönetime güven ve üniversite içi huzur olmayan üniversiteler, bilimden çok bürokrasiyle ilgilenmek zorunda kalacakları için, gerileyeceklerdir. Türkiye’deki göz nuru üniversiteler, sadece gerileme değil, çakılma sürecindedirler.

ŞÜPHECİNİN EL KİTABI

Ama elbette bu rahatsızlığın bir ifadesi protestolar da olabilir. İşte burada, yazının en başında neden Şüphecinin El Kitabı’ndan söz ettiğimi söyleyebilirim: Boğaziçi’ndeki protestolar sonrasında üniversite öğrencilerini haksız çıkarmak için yazıp çizilenler, kitabımız için harika malzeme örnekleri sunuyor. İddiaların gerçeklik payından söz etmeyeceğim bile, sadece kitapta işlediğimiz konulara ne tür örnekler teşkil ettiklerini göstermek ve bu sayede ne kadar anlamsız argümanlarla boğuşulduğunu görün istedim:

“Rektörün odasını basmışlar!”: Ee? Bunun protestoların argümanıyla ne ilgisi var? Sanki protestolar, “rektör odasını basmak için” mi yapılıyor? Eğer öyle olsa, ilk günün ilk saatinde yapılırdı, olur biterdi. Olaylar şu veya bu nedenle o yöne doğru gelişmiş olabilir ve bu tür bir işgali yanlış bulsanız bile, bu tür olaylar, “Demokratik rektör seçimi” argümanını herhangi bir şekilde ilgilendiren bir durum değil (zaten protestolar da sadece bu tür bir olayla tanımlanabilecek kadar kısıtlı aktiviteler değiller). Bu nedenle bu, argümanı çarpıtmaya yönelik Saman Adam Safsatası kategorisinde veya “Ama siz de bunu yaptınız” diyerek tartışmayı argümanlar düzleminden çıkarmayı hedefleyen Tu quoque (“Sen de”) Safsatası kapsamında değerlendirilebilir.

“Bunların hepsi terörist; bazıları öğrenci bile değil!”: Bir protesto yürüyüşündeki, bir üniversitedeki, bir ülkedeki herkes veya çoğu insan “terörist” olamaz. Bu, son derece çirkin bir benzetme olmanın yanı sıra, derin tutarsızlıklar içeriyor: Madem bu kişiler yasa dışı bireyler, neden protesto olmadan müdahale edilmiyor? Madem bu kişiler yasa dışı bireyler, “terörist” ilan edilen öğrencilerin pratik olarak hepsi neden mahkemelerce salınıyor? Madem bu kişiler terörist, İçişleri Bakanlığı neden sadece 1 ay önce ülkedeki terörist sayısının 320’den az olduğunu ilan ediyor? Elbette sayıları binlerle ifade edilebilecek düzeyde olan bu öğrenciler ve akademisyenler terörist falan değiller; belli kesimlerin gözünde canavarlaştırmak, insan değilmiş gibi göstermek için yapılan kara propagandanın kurbanlarından ibaretler (bu arada kendimizle aynı görüşte olmayanları “terörist, vatan haini, din düşmanı” ilan etmekten bir an önce vazgeçmemiz gerekiyor, iyice zıvanadan çıktı bu kullanımlar). Bu argüman da Aceleci Genelleme Safsatası’ndan ibaret.

“İçlerinde provokatörler var!”: Dünya üzerindeki hiçbir protesto, katılımcıların hiçbirinin provokasyon yapmayacağını veya kolluk kuvvetlerinin belli bir davranışı “provokasyon” olarak nitelemeyeceğini garanti edemez (Boğaziçi vakasından provokatörler olup olmadığı gerçeğinden bağımsız bir şekilde). Eğer kaygı bu olsaydı, yeryüzünde hiçbir protesto düzenlenemezdi. Zaten kolluk kuvvetlerinin görevi, bu tür kişileri ayıklayıp, geri kalanın protestoya devam etmesine izin vermektir. Eğer her provokasyon tüm protestoyu iptal etmek için yeterli bir sebep olsaydı, polislik ve devlet yönetimi dünyanın en kolay mesleği olurdu. Uzmanlık ve profesyonellik, protestoyu gazla, copla, silahla sonlandırmadan “provokatör” addedilenleri, kanıtlara dayalı bir şekilde ayıklayabilmekten gelir. Yani bir protestoda hiçbir “olay” olmaması gerektiği, olduğu anda protestonun meşruiyetini ve ana argümanını yitirdiği iddiası, protestonun kalbinde yatan argümanı dinlememek adına koyulan fuzuli bir kuraldan ibarettir. Bu, Hedefi Kaydırma Safsatası olarak değerlendirilebilir.

Örnekleri sınırsız çoğaltabilirim. Diğer protestolara genişletsem, bu konudan birkaç kitap daha çıkar!

Özünde söylemek istediğim şu: Konuyu argümanlar düzleminden çıkarıp, “O bunu yaptı”, “Şu bunu dedi”, “Bu şöyle davrandı” düzeyine getirecek olursak, anlamlı bir ilerleme kaydetmemiz imkânsız olur.

MEŞRU BİR TALEP

Protestolarda ne olup bittiğinden bağımsız olarak, argümana odaklanıp, protestolara neden olan sorunun kökünü çözebilmeliyiz: Bir üniversitenin kendi yöneticilerini seçme talebi meşru ve veri ile desteklenen bir talep midir? Cevap, gümbür gümbür bir evet!

Eğer bu konuda aksi bir görüş varsa, meşru bir talebi dile getirenleri canavarlaştırma çabası yerine, “Bu görüşe katılmıyorum”, “Biz şu şu nedenlerle bu yöntemin daha iyi olacağını düşünüyoruz” gibi, insani ilişkiler sınırlarında kalan bir biçimde ifade edilmeli. Güç sahipleri kendi platformlarından bu açıklamaları yapabilmeli, yönetilenler de protestolarla endişelerini özgürce dile getirebilmeli. Gerekirse forumlar, münazaralar, buluşmalar düzenlenmeli.

Bir kurumu (ki bu bir ülke de olabilir) yönetmek, sağa sola bağırıp çağırmak, insanları azarlamak, kendi görüşünü dayatmak, sadece seni halihazırda isteyenleri tatmin etmekten ibaret değildir. Kriz anında doğru kararları alabilmeyi, hatayı kabullenebilmeyi, sağlıklı iletişim kanalları oluşturabilmeyi ve her şeyden önce, kendisini dışlanmış hissedenlerin de bu ülkenin/kurumun bir parçası olduğunu hissettirebilme becerisini gerektirir. Yoksa zorbalıkla, kaba kuvvetle, güç gösterisiyle herkes, her kurumu yönetebilir.

Uzun lafın kısası, endişem şu: Bu ülkenin sorunlarıyla ilgili her konuda olduğu gibi, bu konuda da, tamamen haklı ve uluslararası standartlarca tartışması pek olmayan bu tartışma da, kavga gürültü içerisinde kaybolacak; araya daha acil bir diğer konu (mesela bir doğal felaket) girecek ve unutulup gidecek. Sorunlar çözülmedikçe, yaralar kapanmadıkça, taraflar dinlenmedikçe, hasar da büyümeye devam edecek. Bu şekilde anlamlı bir ilerleme kaydetmek çok zor.
Zor olması bir yana; keyifsiz, tatsız...

Sanırım ülkenin gerilmişliği, stresi, öfkesi, kamplaşmışlığı ve daha nice derin problemi altında yatan en büyük sorunlardan birisi de bu… Yaptığımız işten, kat ettiğimiz yoldan, başardığımız ilerlemeden haz alamıyoruz. Huzurlu, mutlu, başarılı olabilmek için bu ortamı sağlamak zorundayız. Ve üniversiteler, buna başlamak için iyi bir yer.

Boğaziçi Üniversitesi’nin ve diğer tüm üniversitelerin haklı taleplerine kulak verilmeli, gerekli düzenlemeler yapılmalı ve dünyanın bilimsel çıktısı en yüksek olan ülkelerinde olduğu gibi, Türkiye’de de rektörler (ve diğer yöneticiler) üniversitelerin kendilerince belirleyecekleri yöntemlerle göreve getirilmelidir. Eğer devlet başkanının atamasını talep eden bir üniversite olursa ne âlâ; ancak bu karar da, üniversitelere bırakılmalıdır.