Kısacası aydının işi zordur; Boğaziçi olaylarında görüldüğü gibi, kabul edilmiş genel geçer “gerçek”le, şekil şartlarına uymaktan ibaret “meşruiyet”le, sahte nesnellikle, doğal olarak otoriteyle mücadele, aydın olmanın temel bir koşulu, sürekliliğin güncellenmesidir. Ne güzel, ne kadar sevindiricidir ki, kendimi de dâhil etme cüreti gösterdiğim aydınlarımız en azından şimdilik bu sınavı başarıyla geçiyorlar.

Boğaziçi’nde ‘post truth’ masalları

Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrenciler yeni rektörü kabul etmediler. Gerekçeleri sağlamdı; atama yöntemine karşı çıkıyorlar, “yasal olabilir ama demokratik değildir” diyorlar, atanan kişinin alıntılarla “süslediği” tezinde alıntıları tırnak işaretiyle belirtmeyi “unuttuğunu” itiraf eden bir intihalci olduğunu belirtiyorlar; iktidar partisi ile organik ilişkisi, atamada bu ilişkinin belirleyici olduğunu savunuyorlar. Öğrenci ve öğretim üyelerinin kabul etmediği, “kayyım” unvanı verdikleri “rektör” de icraatıyla rektörlüğe uygun olmadığını kanıtladı. Öğrenciler ve öğretim üyeleri bir ayı aşan protestolarında yalnız kalmadılar, dayanışma güçlü toplumsal bir desteğe, itiraza dönüştü. Görünen odur ki, atamayı iktidardan başka savunan kalmamıştır; orada da en azından siyasi olarak baskı yöntemini iktidarın geleceği açısından yanlış görenler vardır.

Bu haklı direnişle ilgili olarak aydınların tutumu üzerinde bir kaç söz söylemekte yarar var. Türkiye’de bilim ve kültür dünyası, sanatçılar, şu sıralarda kimilerinin bir küfür sandığı sözcükle “militan” hak savunucuları bu atamaya, öğrencilere yönelen saldırılara karşı kararlı bir tutum sergilediler.

Bu tavrın temelinde evrensel düzeyde otoriteye karşı sağlam duruş yer alıyor. Edward Said’in sözleriyle “yüzyılımızın başlıca entelektüel faaliyetlerinden birisi otoritenin yıkılması demesek bile sorgulanması”dır. Otoritenin yıkılması işinin demokratik güçlere dayanacak siyasete ait olduğu biliniyor, sorgulamanın temelinde ise, yine Said’den aktaralım, “entelektüelin kutsal metinlerin ve inançların (sayılamayacak kadar çok tahribata yol açan ve herhangi bir görüş ayrılığına ve çeşitliliğe tahammül edemeyecek kadar katı olan) bütün gardiyanlarıyla ömür boyu sürecek bir mücadele içine girmesi” gerekliliği vardır. (Entelektüel. sf.95. Ayrıntı Yayınları)

GERİLEMELER GEÇİCİDİR

Bu gereklilik Aydınlanmadan, uzun ve zorlu bir tarihsel sürecin geri döndürülemezliğinden güç alıyor. Zaman kavramı yalnızca geleceğe doğru ilerleyen tek yönlü madde-enerji ve hareketi anlatır; zamanın içinde hareket ettiği üç boyutlu uzayda Batlamyus’un Dünya'yı merkez alan astronomisine dönülemez; Kopernik’in tezleri ilerledi gerilemedi; evrim teorisinin bilimin ufkunu açan bilgisi teizmle bağdaşmaz, en fazla deizme tahammül eder; “tanrı sonsuz evrenin, doğanın kendisidir; o, tanrı-doğadır” yaklaşımında kendisini bulan Spinoza öğretisiyle tatmin olmayanlar ritüellerin dünyasında huzur arayan, dindar bireyler olarak var olurlar. Devrimci materyalizm ise çağın felsefesi, zamanın anlamıdır. Zamanın tek yönlü gidişi toplum bilimlerinin de yasasıdır, duraklamalar gerilemeler arızidir. Bu tarihe geniş bir açıdan bakıldığında görülebilir bir gerçektir. Güncel zaman diliminde ise bu durumu determinist bir yaklaşımla açıklamak yanlış olduğu kadar yanıltıcı da olur. Yanlıştan ve yanılgıdan kaçınmanın yolu, ilerlemenin yasallığını mücadele ederek doğrulamak, olabildiğince hızlandırmaktır. Aydın için tüm bunlar ancak laiklik temelinde anlaşılabilecek, çözümlenebilecek bir dünya sorunuysa, Post Truth’la mücadelenin de tam ortasıdır.

OTOKRAT BİLGİYİ NEDEN SEVMEZ?

Yaşadığımız dünyanın, çevrenin henüz bu aşamada, olgunlukta olmadığını düşünenler, entelektüel çabanın dışında bilgiye eriştiği iddiasıyla inancın etrafında dolanan ama sonunda otoriteye boyun eğmenin bin türlü yolunu bulan dervişlerden, şıhlardan farksız olurlar. Değişmezliğe zincirlenmiş, kendini ve kurallarını muhafaza etmeye, bunun için zoru kullanmaya teşne siyaset otoriterleşir; özgürlük içinde gelişebilen bilgiyi, bilimi bu nedenle sevmez. Gerçeğin bilgisi ise kabul edilen, izin verilen, otoritenin gereksinimine göre biçimlenen meşruiyete boyun eğemez. O bildiğini okuyacak, siyasetin kendini iktidar olmaya programlamış, oportünist oyunlarının dışında kalacak, insanlara güncel gereksinimlere göre güdümlenmiş “gerçeğe” ya da algıya dayanan Post Truth’a boyun eğmemelerini salık verecektir. Kısacası aydının işi zordur; Boğaziçi olaylarında görüldüğü gibi, kabul edilmiş genel geçer “gerçek”le, şekil şartlarına uymaktan ibaret “meşruiyet”le, sahte nesnellikle, doğal olarak otoriteyle mücadele, aydın olmanın temel bir koşulu, sürekliliğin güncellenmesidir. Ne güzel, ne kadar sevindiricidir ki, kendimi de dâhil etme cüreti gösterdiğim aydınlarımız en azından şimdilik bu sınavı başarıyla geçiyorlar.

Aydınlar, heyecan ile bilgiyi bütünleştiren gençler korkuya kolayca teslim olmazlar; geniş kitleler ise algı operasyonları, yalanlar, çarpıtmalar konusunda silahsızdırlar. Bu da aydınların işini daha karmaşık hale getirir. Son olaylarda yandaş medyada köpürtülen iftiralar, örneğin “öğrencilerin terörist olduğu” iddiaları uzun ömürlü ve inandırıcı olmadı. Öğrenciler bu iddiaya “ne biz teröristiz ne de sen rektörsün” diyerek güzel ve neşeli bir yanıt verdiler.

Egemen çevrelerin, heyecanla sarıldıkları “dini sembollerin aşağılandığı” uydurmasının kişilerin cinsel seçimleri konusundaki algı operasyonu ile birlikte daha etkili olacağını düşündükleri anlaşılıyor. Bu doğrudan saldırının toplumda karşılığının olduğu kanısındalar. Toplumun algı operasyonuna açık hale geleceğini uman iktidarın (ve maalesef muhalefetin) bu kurgusuna aydınlar yanıt verebilir, kitlelerin gerçeği görmelerini sağlayabilirler. Bu konuda önyargılar, yalnızca Osmanlı toplumunda cinsel özgürlüğün “de facto” varlığı, üstü örtülü ya da açık kabul edilmişliği, oportünist siyaset tarafından “ihtiyaç halinde” kullanılışı anlatılarak değil, tüm insanlık tarihinin bir gerçekliği, bir özgürlük sorunu olarak toplumun önüne konularak kırılabilir. İkiyüzlülükle savaş büyük ölçüde entelektüel bir çabayı gerektiriyor. Bu konu kuşkusuz yalnızca laik bir yaklaşımla ele alınabilir. Bu laik anlayış da Edward Said’in aydınlar için öngördüğü mücadele anlayışı ile ete kemiğe bürünebilir.

MUHALEFETİN KAFASI NEDEN KARIŞIK?

Peki, iktidara karşı bir mücadele içinde olan muhalif siyasal partiler ne yapıyorlar? Kafalar karışıktır. Çünkü çok haklı bir mücadeleye girmiş öğrenci ve öğretim üyelerinin kararlılığının kendi iktidar mücadelelerine zarar vermesinden korkuyorlar. Bunun klasik ifadesi “aman provokasyona gelinmesin” oluyor. Kazanılmış olanı korumak, geliştirmek için mücadele etmek neden provokasyon olsun? Muhalefeti korkutan iki temel “neden” var. Birincisi iktidara yürüdüğünden “emin olan” muhalefet bloku stratejisinin bozulmasından korkuyor; strateji dediği iktidarın kendi denetiminde olduğunu inandığı siyasi söylemdeki gerginliğe söylem düzeyinde katılarak sonuç alacağına inanması, bu gerginliğin somut eyleme dönüşmesinden ise korkuya kapılmasıdır. İkincisi muhalefet “devletçidir” ve bu türden hak arama eylemlerinin kadim devlet geleneği ile bağdaşmadığını, ona zarar vereceği kanısındadır. Ama bu iki gerekçenin de muhalefetin partili üyelerinde, kitlesinde, seçmeninde kuşkuyla karşılandığını saptamak zor değil. Muhalefetin “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olması” da mümkün.

Tam da “Anayasa yapacağız, eksiği gediği tamamlayacağız” tuzağı ısıtılırken öyle olmasını istemeyiz kuşkusuz. “Dimyat’a gitmesin evdeki bulgurdan olmasın, gözünü sağdan ayırsın, tamam merkezle merkez sağla ittifak yapsın ama sosyal demokratlık piyasada yitip gittiğine göre, demokrat bir muhalefet partisi olarak işi ideolojik ittifaka bağlamasın” diyor o kesimdeki arkadaşlar; “en iyisi başını kaldırsın, Boğaziçi öğrencileri gibi yukarıya baksın, hiç değilse ‘gelecek göklerdedir’ diyen partinin kurucu liderinin sözünü dinlesin” diyorlar...