Ankara’dan İstanbul’a taşındığımızda 14-15 yaşlarındaydım. İstanbul’daki ilk günlerimizde babam bizi Bakırköy Sahili’nde bulunan Buhara Lokantası’na akşam yemeğine götürmüştü. Ağabeyim ile birlikte yemekten bir fırsat bulup sahile, kayalıklara inip uzun uzun denize bakmıştık soğuk ve kasvetli bu İstanbul akşamında. Ağlamamak için gözlerimizi birbirimizden kaçırıyorduk. Ellerimiz ceplerimizde dalgaların kıyıya vuruşuna değil de sanki bizi sürüklediği bir yeni hayata bakıyorduk.

Ankara demek mahalle demekti. Komşu demekti. İğde kokan sokaklar demekti. İlk aşk ve kaçınılmaz ilk ayrılık sonrasında çay bardağında içilen ilk beyaz Dikmen şarabı demekti. Ufak plastik toplarla kıran kırana geçen minyatür kale mahalle maçları demekti.

4’üncü cadde mi 8’inci cadde mi diye soran eski püskü çarpık tekerlekli Skoda’sıyla Ulus-Emek hattında direksiyon sallayan babacan dolmuş şoförü demekti.

Burada daha ilk günden içimizin ısınmadığı kaba saba minibüsler ve de ikide bir boynuzları hattan çıkan elektrikli sevimsiz troleybüsler vardı. Büfelerde ise goralı yerine lahmacun ve sosisli… Her şey renkli gibiydi ama değildi, boyalıydı. Bu şehrin gecesi daha aydınlıktı gündüzden. Zira karanlık bütün pislikleri gizliyordu geçkin bir fahişe makyajı gibi…

Gökhan’ın da ODTÜ’yü kazanıp Ankara’ya dönmesinden sonra kendimi tamamen müzik dinlemeye vermiştim. Ama öyle böyle değil. Saatlerce. Sonrasında amatör olarak gitar çalmaya başlayınca evimizin çok yakınında olan İncirli Caddesi’ndeki Yurdaer Doğulu Sanat Merkezi’ne kaydolmuştum. Orada da çok değerli iki müzisyenle tanışmıştım. Biri klasik gitar dünyasının çok yakından tanıdığı eğitmen ve gitarist Bülent Ergüder, diğeri ise kendi şarkılarını yazan Cengiz Sezmiş. Halen dostluğumuzun sürdüğü bu ikiliyle hemen bir grup kurup provalara başlayıp düğünlerde çalmaya başlamıştık bile. Ben de o zamanlar şarkı yazmaya başlamıştım.

Sevgili Bülent Hoca olmasının da etkisiyle bizim düğünlerden ziyade kendi şarkılarımızdan oluşan bir repertuarla konser vermemiz gerektiğini söylediğinde biraz şüpheyle bakmıştık açıkçası. Bizi kim dinlerdi ki? Bülent birkaç ay sonra bizi birisiyle tanıştıracağını söyledi ve biz Bakırköy’den Hisarüstü’ne Boğaziçi Üniversitesi’ne gittik. Orada bizi kim karşıladı dersiniz. Günümüzün de önemli piyanist ve bestecilerinden Ayşe Tütüncü. O sıralar üniversitenin Müzik Kolu Başkanlığı’nı yürütüyormuş. Hani bazı şeyler yıllar geçse de hiç unutulmaz ya benim de Ayşe’yi ilk gördüğüm an böyle bir an. Okulun atletizm sahası gibi bir yerinde -sonradan Mozaik grubunda da beraber çalışacakları- yazar ve akademisyen Bülent Somay ile hararetli bir tartışmanın içerisindeler. Ayşe bir şeyler anlatıyor Bülent de kafası önde eli çenesinde sakalını kaşıyarak sallanarak dinliyor. Sonra bu durağan görüntü ikilinin kulvarlarda yürümesi ve tartışmanın hararetlenmesiyle yağmur ve hafif bir sis altında bir film karesine dönüşüyor. Sene sanıyorum 1982. Çoğu kişi bilmez. Aslında Grup Gündoğarken’in bu adı kullanmadan verdiği ilk konser bu. O zaman Gökhan’ın da katılmasıyla grubumuzun adı baş harflerimizden oluşan BCG idi.

Amca İlhan Şeşen’in de Bursa’dan izleyici olarak gelip, sahneye çıkmasıyla üçümüz ilk kez -adımız farklı olsa da- beraber bir konser vermiş olmuştuk.

Zamanın önemli dergilerinden SES’te de Nuray Fişekçi imzasıyla “İlk Deneme Dinmeyen Alkışlar” başlığıyla tam sayfa bir haber çıkınca biz de profesyonel müzik için umutlanmıştık. Bunun için çok önemserim Boğaziçi Üniversitesini. Tabii ki sadece bunun için değil. Yetiştirdiği ülkemizin yüz akı mezunlarıyla, şu anda da büyük bir dayanışmaya imza atan pırıl pırıl gençleriyle, üniversiteyi bu günlere taşıyan akademik kadrosuyla Boğaziçi Üniversitesi ODTÜ ile birlikte hepimizin gururudur.

2008-2012 yıllarında Boğaziçi Üniversitesi’nde rektörlük yapan Kadri Özçaldıran ve eşi ile yıllardır dostluğumuz sürüyor. Kendisini tanıdığım için o kadar şanslıyım ki. Hem bir bilim insanı hem de sanatsever ve inanılmaz nüktedan -özellikle esprili demedim- bir aydın kendisi. Evlerine gittiğim bir akşam yemeğinde masada Zülfü Livaneli, Maria Farantouri ve Yaşar Kemal vardı. Öyle yani…