Boğaziçi’ndeki direnişin gideceği tek yol, bir Türkiye sorunu olan rektör belirleme yönteminin değişmesinden geçiyor. Eskisinden çok daha kapsamlı ve iyi hazırlanmış bir uygulamaya geçilmeli.

Boğaziçi Üniversitesi direnişi ne zaman bitecek?

EROL KÖROĞLU

Boğaziçi Üniversitesi’nde 2 Ocak 2021’de Melih Bulu’nun cumhurbaşkanı tarafından rektör atanmasından bugüne devam eden bir “şey” var. Hemen 3 Ocak’ta akademisyenlerin “kabul etmiyoruz, vazgeçmiyoruz” sloganıyla ortaya çıkan ve hem öğrenciler hem mezunlarda karşılık bulan ilk basın açıklamaları… Oradan başlayıp bugüne kadar gelen pek çok basın açıklaması, haftalık akademisyen bülteni, yazılı ve görsel medyada konuyu gündem doğrultusunda ve çeşitli açılardan tartışan hoca, öğrenci ve mezunların ortaya koyduğu düşünsel çerçeveler… Farklı bileşenlerin ayrı ayrı ve birlikte yürüttüğü eylem, panel ve etkinlikler… Akademisyenlerin cüppeleriyle ve rektörlük binasına sırtlarını dönerek her iş günü 12.15-12.30 arasında gerçekleştirdikleri nöbet… 14 Kasım 2021 tarihi itibarıyla direnişin 315. günü… Geçen Cuma itibarıyla da 210. akademisyen nöbeti...

Boğaziçi’nde olan bu “şey”in adı ne? Direniş? Dayanışma? Kriz? Mücadele? İnat? Savunma? Geçen 315 gün süresince, kamuoyu ve medya konuya farklı adlandırmalarla yaklaştı. Siyasal konumla uyumlu biçimde, bu adlandırmalar ve başka benzerlerini seçerek hep aynı soruyu sordu: “Boğaziçi’nde ne oluyor?” Türkiye’nin iki yüzü aşkın devlet ve vakıf üniversitesi arasında en tepedeki dilimde yer alan bu üniversitedeki gerginlik, kamuoyunun ilgiyle ama aynı zamanda gerginlikle izlediği yorucu bir süreç oldu. Konuyla ilgili tüm taraflar yoruldu. Üniversitenin öğrencileri, hocaları, çalışanları, mezunlarından oluşan bileşenler ve bunların aileleri üzerinden daha geniş bir Boğaziçi camiası da, atayan siyasi irade ve atananlar da, atamaya karşı olanlar da, destekleyenler de bitap düştü.

Ortada Birinci Dünya Savaşı’nın Avrupa’daki “Batı Cephesi” gibi uçsuz bucaksız siperlerden yürütülen, karşı tarafı yıpratma savaşıyla alt etmeye çalışan, tahammül ötesi bir durum söz konusu. Tıpkı Batı Cephesi’ni izleyenlerde olduğu gibi, Boğaziçi’yle ilgili olarak da herkesin kafasında seslendirilmese bile şu sorular yankılanıyor: “Bunun sonu ne olacak? Bu mesele nasıl noktalanacak?” Tespih çeker gibi dizi film izlemeye alışmış bir izleyici kitlesi mevcut olsa da herkes bir dizi finali ya da olmazsa bari esaslı bir sezon sonu beklentisinde… O nedenle, Boğaziçilileri programlarına ya da sayfalarına taşıyan medya emekçileri de, bu medyayı izleyen sıradan vatandaşlar da, Melih Bulu “görevden affedilip” yerine bir Boğaziçi akademisyeni olduğu halde Bulu zamanında rektör yardımcılığını kabul etmiş Naci İnci atanınca, bize hevesle sordular: “Şimdi sorun çözülür, değil mi hocam? Adam da sizdenmiş.” Ancak sorun çözülmedi. Direniş devam etti. Hâlâ “kabul etmiyoruz, vazgeçmiyoruz” denmekte. Kamuoyu yorulmasın da ne yapsın?

Bu yorgunluk hissini herkesten önce biz Boğaziçi bileşenleri her hücremizde hissediyoruz. Bir yandan atanmış rektörlüğün her gün yol açtığı hasarlara madden ve manen dayanmaya çalışırken, bir yandan da irili ufaklı sosyal medya trollerinin “sadece dikiliyorlar” iftiralarına inat hocası, öğrencisi ve çalışanıyla her dersi en yoğun biçimde gerçekleştirmeye, her ödev ve tezi en dolu biçimde var kılmaya, yeni bilginin üretimi, öğretimi ve akademi dışıyla paylaşımı için gecemizi günümüze katmaya devam ediyoruz. Zorlanıyoruz, yıpranıyoruz, bazen kahroluyoruz, depresyonlara girip çıkıyoruz, elbette sık sık korkuyoruz, önümüzü görmekte güçlük çekiyoruz… Ancak yine de “kabul etmiyoruz, vazgeçmiyoruz” demeye devam ediyoruz.

Devam etme gücünün ardında yatan etken inat değil. Mottomuz öyle görünse de, sırtımızı sadece negatife, bir reddedişe dayamış değiliz. Kamuoyuna genellikle nöbet fotoğrafları ve öğrencilerimize zorluk yaşatan özel güvenlik ve polisle karşı karşıya gelişlerin, gözaltıların görüntüleri yansısa da, aslında işin başından beri çeşitli bileşenler olarak üzerinde durduğumuz ilkesel konumu ve bunun üzerinden sunduğumuz çözüm yollarını paylaşır olduk. Bunlar çoğunlukla kavramsal oldukları ve tek hedefi üniversitenin her zerresini birörnek ve kendinden menkul biçimde ve elbette her sıkıştığı anda kaba kuvvete başvurarak yönetmek olan bir “kayyımlık” anlayışına etki edemedikleri için yeterince akılda kalıcı olmadı. Oysa Boğaziçi’nde olan şeyin sürmesini, gerekirse yıllarca sürecek olmasını sağlayan da tam olarak bu duruş ile ondan kaynaklanan eylemlilik.

Boğaziçi Üniversitesi’nin “kayyım rektör” uygulamasına “kabul etmiyoruz, vazgeçmiyoruz” tavrının temelinde 2012 yılında üniversite senatosunun kayda geçirerek adeta kurumsal bir anayasa haline getirdiği Akademik İlkeler metni yer alıyor. Boğaziçi, 50 yıllık bir kamu üniversitesi. Bu süre içerisinde bilimsel özgürlük ve kurumsal özerklik temelinde belirlenen, şeffaf, demokratik ama her zaman hesap verebilir, yatay bir üniversite yönetişimini gerçekleştirmeyi bildi. Üniversitedeki kararlar, 40 yıllık YÖK’ün ve siyasi iktidarların baskılarına rağmen, en alt düzeyden yukarıya doğru, pek çok öğretim elemanını kapsayan kurul ve komisyonlarda uzun uzun tartışılıp müzakere edilerek alındı. Rektör belirleme yöntemi 2016’da değişene ve tüm yetki tek bir kişiye, cumhurbaşkanına verilene kadar kendi rektörünü seçmeyi başardı. Tıpkı diğer yöneticilerini de benzer yöntemlerle belirlediği gibi. Elbette bu uzun süreç mükemmel değildi, her zaman aksaklık ve yanlışlar görüldü. Ancak şeffaf ve demokratik yönetişimin akademik üretim ve eğitime doğrudan etkisinin her unsuruna kadar doğrudan deneyimlendiği bir kurum oldu Boğaziçi.

2016’da rektör belirleme sistemi değiştirildiğinde, o zamanki siyasal konjonktürün etkisiyle, seçtiğimiz rektörün yardımcısının rektör olarak atanmasına ses çıkarmadık. Her ne kadar atanan Mehmed Özkan, siyasal iktidarın müdahalelerine karşı üniversiteyi elden geldiğince korumaya çalışsa da, söz konusu olan “kayyım rektör” uygulamasına yumuşak bir geçişti. Biz akademisyenler bunu zamanında göremedik veya gereken tepkiyi vermeyi beceremedik. Sonuçta beklenen oldu ve sırf cumhurbaşkanı uygun gördüğü için “yok artık” dedirten bir isim rektörlüğe atandı. Bu bizim ilkesel bir duruşu öne çıkarma zorunluluğumuzu ortaya çıkardı. 2 Ocak’tan önce susmak yanlıştı. 2 Ocak’tan sonra “kabul etmiyoruz, vazgeçmiyoruz” derken bunun sadece Boğaziçi meselesi olmadığını da anladık.

Boğaziçi bileşenleri sadece, üçü üniversite içinden olup diğerleri dışarıdan paraşütle indirilen bir kayyım rektörlük yapılanmasıyla uğraşmıyor. Boğaziçi bileşenlerinin karşısında Türkiye’nin son on yılda ticari şirketler ve yerel yönetimler üzerinden uygulanarak geliştirilen bir “kayyımlık yönetim sistemi” var. Üstelik devlet ve kamu üniversiteleri bir feodal lord gibi tüm kuruma hakimiyet kuran kayyım rektörlere 40 senelik YÖK tarihi boyunca maruz kaldı ve 2016’ya kadar seçilirmiş gibi yapılırken bugün artık doğrudan ve tek bir merci tarafından atanan kayyım rektörlük sistemi Türkiye yükseköğretimin normal hali. Diğer üniversitelerde şu veya bu biçimde etkin kılınan bu sistem, Boğaziçi’ndeki direnç üzerinden tüm tuhaflığı ve anormalliğiyle görünür hale geldi.

Kayyım rektörlük uygulaması, 40 yıldır Türkiye’de yükseköğretim alanını sadece bir nicelik meselesi haline getiren YÖK’ün işlevini tamamlayıp ipleri tek bir kişiye bıraktığı bir anomali. Dünyada totaliter olmayan hiçbir devlette böyle bir uygulama yok. Demokrasinin belirleyici olduğu ülkelerde rektörler kimi zaman atanarak, kimi zaman seçilerek, kimi zaman her ikisini farklı aşamalarda içerecek biçimlerde belirleniyor. Her durumda belirleme aşamasına tüm üniversite bileşenleri şu veya bu oranda katılıyorlar. Süreç uzun ve şeffaf oluyor. Dünyada norm bu değilmiş gibi yapan Türkiye, kayyım rektörler aracılığıyla her şeyin tepeden belirlendiği ve zor aracılığıyla, kolluk kuvvetlerinin kaba kuvvetine sığınarak yönettiği hapishane kampüsler üretiyor. Hapishanede bilim üretilemez. Türkiye’deki yükseköğretimin kalite sorunu bunun en açık delili.

Boğaziçi’ndeki direnişin gideceği tek yol, bir Türkiye sorunu olan rektör belirleme yönteminin değişmesinden geçiyor. Eskisinden çok daha kapsamlı ve iyi hazırlanmış bir uygulamaya geçilmeli. Elbette bu bir ilk adım. YÖK kalkmalı, “özgür, özerk ve demokratik üniversite” anlayışı belirleyici olmalı. Boğaziçi Üniversitesi 3 Ocak’tan beri bunu savunuyor ve savunmaya devam edecek. Diğer üniversitelerin bileşenleri ve geniş kamuoyu da Boğaziçililerin yanında durduğunda artık savunma işlevini tamamlayacak ve ortak değerimiz olan üniversite daha sağlam temeller üzerinde yeniden kurulacak.