Özgürlük Yanılsaması ve Oburluk Çağı kitaplarıyla tanıdığımız Boğaziçi Üniversitesi’nden Yıldız Silier bu kez Kökler, Çarklar ve Bulutlar kitabıyla okuyucularına merhaba diyor. Siyaset felsefesinden toplumsal olayların gündelik yaşamımızı nasıl şekillendirdiğine kadar birçok konuda ‘ufuk açıcı’ tespitleriyle karşımıza çıkan Silier’le yeni kitabından yola çıkarak birçok konuya değindik. Umut, özgürlük, otoriterlik başta olmak üzere çeşitli kavramlara değindiğimiz Yıldız Silier kitabını “Bu deneme kitabı adaletsizliğe uğrayan ya da şahit olanların doğal tepkileri olan öfke ve korkuyu, umut ve cesarete dönüştürecek sihirli kelimeleri arayışımın ürünü” diye tanımlıyor.

Boğaziçi Üniversitesi’nden Yıldız Silier: “Öfke ve korkuyu umut ve cesarete dönüştürmenin arayışındayım”

GÜNNUR AKSAKAL

Yordam Kitap’tan daha önce Özgürlük Yanılsaması ve Oburluk Çağı adında iki kitabınız yayımlandı. Kökler, Çarklar ve Bulutlar ile birlikte üçleme tamamlandı. Dilerseniz önce bu üçleme hakkında konuşalım.
Felsefenin en önemli sorumluluğunun, özellikle değerlerin içinin boşaltılıp, aşındırıldığı toplumsal kriz zamanlarında, bu değerleri yeniden tartışmaya açmak ve unutturulmaya çalışılan alternatifleri ortaya çıkarıp, günümüze uyarlayarak, toplumda yaygın kafa karışıklığı ve umutsuzluğun aşılmasına katkıda bulunmak olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle üçlememde özgürlük, mutluluk ve adalet kavramlarına odaklanmayı tercih ettim. Özgürlüğün, kişisel bir özgürlük hissine ve tüketici özgürlüğüne indirgenmesi, bedel vermeden ve toplumsal düzeni değiştirmeden, sınıf atlayarak özgürlüğün elde edilebileceği yanılsamasına yol açıyor. İlk kitabımda Rousseau’nun “Yozlaşmış toplumlarda özgürlük imkânsızdır” karamsar görüşünün karşıtı olan Marx’ın “Yabancılaşmanın var olması, özgürlüğün elde edilebilmesinin engeli değil, önkoşuludur” tezini savunmaya çalıştım. İkinci kitabımda, hayatın anlamını mutlu olmaya indirgememizin, benliğimizi ve ufkumuzu daraltan etkisine ve kendimizi kandırma biçimlerimizin öznelliğimizi nasıl biçimlendirdiğine değindim. Bu son kitabımda ise, adaletsizlikleri mağduriyet hikâyelerine dönüştürmeden, ezilenlerin kendilerini direnen öznelere dönüştürdüğü kırılma noktalarını ele almaya çalıştım.

» Kitabın ilk bölümünde “kökler”, “çarklar” ve “bulutlar” üzerinden simgeleştirerek toplumsal adaletsizlikleri anlatıyorsunuz. Türkiye adaletsizlik bakımından oldukça zengin bir ülke. Kitabı yazarken umutsuzluğa düştünüz mü?
Birbiri ardına gelen korkunç haberlerin girdabına kapılıp depresyona girmekten kendimi kurtarabilmek için bu kitabı yazmaya başladım. Merak ediyorum, dünyada özellikle aydınlara ve sosyalistlere bu denli düşman olan, muhalefetin kökünü kazımak için devletin ideolojik ve baskıcı tüm aygıtlarını seferber eden, adaletsizliklerin bu denli sistematik olduğu başka bir ülke var mıdır? Kendimi cehennemde yaşıyor gibi hissetmemek için, tarih boyunca zulme uğrayanların direnmeye karar verdikleri anlara ve mücadelelerine odaklanıp, bu koskocaman adaletsizlikler tarihinde aklın karamsarlığını alt edebilen iradenin iyimserliğini vurgulamak istedim. Kaybedeceğini bile bile, doğrunun yanında olmanın verdiği şevkle mücadeleye devam edenlerin hikâyelerinden güç alırsak, umutsuzluğun panzehrini üretebiliriz.

bogazici-universitesi-nden-yildiz-silier-ofke-ve-korkuyu-umut-ve-cesarete-donusturmenin-arayisindayim-217426-1.

» Toplumun çoğunluğu, olan bitenin farkında olduğu hâlde neden isyan etmez?
Toplumun çoğunluğunun olan bitenin gerçekten farkında olduğunu sanmıyorum. Din, devlet ve sermaye insanların inançlarını, korkularını ve arzularını, yani öznelliklerini biçimlendiriyor. “Sorgulama, inan!”, “Eleştirme, itaat et!”, “Kafa yorma, satın al!” buyruklarının belirlediği insanlar, dogmatik ve basmakalıp fikirlerin aktarıcısı haline geliyor. Bu yaygın cehaletin ve lümpenleşmenin getirdiği içi kof özgüven ve kibirle kendilerini okumuşlardan, aydınlardan üstün görüyorlar. Muhtemelen aşağılık komplekslerinden kurtulmak için güce ve iktidara tapıyor, en güçlünün her zaman en haklı olduğuna inanıyorlar. “Parayı veren düdüğü çalar” ve “Köprüyü geçene kadar ayıya dayı diyeceksin” zihniyeti uyanıklığı ve çifte standartları besliyor. Güçlü lider kültünün, köklü ve şoven bir milliyetçilikle birleşmesi, tüm farklı görüşleri “ulusa tehdit” olarak algılamalarına, hayali düşmanlar yaratarak “vatanı düşmandan temizliyoruz” operasyonlarına, linç kültürüne ve faşizme zemin hazırlıyor. Öte yandan, “Olup bitenin farkında olan azınlık neden isyan etmiyor?” diye soracak olursanız, cevabı çok açık. OHAL’de hukuk devleti tümüyle rafa kalkmışken, yaklaşık 100.000 kişi işinden atılmış, 35.000 kişi tutuklanmışken, Meclis'teki üçüncü büyük partinin eşbaşkanları ve milletvekilleri, gazeteciler, yazarlar hapisteyken, sivil toplum kuruluşları, dernekler, muhalif televizyon ve gazeteler kapatılır, belediyelere kayyumlar, üniversitelere seçilmemiş rektörler atanırken, düşünce özgürlüğü yerlerde sürünürken, isyanını açıkça kamusal alana taşıyabilmek muazzam bir cesaret gerektiriyor. İşini geri istemek için Ankara’da her gün oturma eylemi yapıp 16 gün üst üste gözaltına alınan akademisyen Nuriye Gülmen ilk aklıma gelen örnek.

» Kitabın temel ekseni köylü-kadın-köle-işçi üzerine kurulu. Bu, nasıl şekillendi?
Tarih boyunca en çok adaletsizliğe uğrayan grupların bunlar olduğunu düşünüyorum. Kitabın ilk bölümünde 14. yüzyıl İngiltere’sindeki köylü isyanları, 16. yüzyıl İtalya’sında cadı avları, 18. yüzyıl Antil Adaları’ndaki köle isyanları ve 21. yüzyıl Çin’indeki işçilerin ayaklanmasını yarı tarihsel-yarı kurgusal öyküler biçiminde kurguladım. Böylece adaletsizliğin değişen ve gittikçe pervasızlaşan biçimlerine rağmen, direnişin bir gruptan ötekine, elden ele bir bayrak yarışı şeklindeki sürekliliğini vurgulamak istedim. Günümüzde bu dört gruptakilerin yarısının güç birliğine giderek düzenin tekerine birlikte çomak soktuklarını bir düşünsenize?

bogazici-universitesi-nden-yildiz-silier-ofke-ve-korkuyu-umut-ve-cesarete-donusturmenin-arayisindayim-217427-1.

» Adaletsizliklere karşı direnişte “kadının rolünü” nerede görüyorsunuz? Kitapta buna nasıl yer veriliyor?
Bu dört grubu ele alırken, köylülerin, kölelerin ve işçilerin isyanlarını ele alırken, kadınların mücadelesine değil, kadınlara karşı açılan savaşa odaklanmayı tercih ettim. 13. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar Avrupa’da cadı olarak damgalanıp öldürülen kadınların sayısının Nazilerin katlettiği Yahudiler kadar, yani yaklaşık 6 milyon olduğu söyleniyor. Kaçımızın kadınların uğradığı bu soykırımdan haberi var? 19. yüzyıldan beri “ev kadınlığı” rolüne hapsedilerek evcilleştirilen kadınlar, aslında 500 yıl boyunca devlet ve kilise terörüne uğrayan kadınların torunlarının torunları. Günümüzde devlet, din ve sermaye, kadınları farklı yönlerden cendereye alıyor. Devlet ve din kadının asli görevini anneliğe indirgeyerek, kadının kamusal alana katılımını kısıtlıyor ve aile içinde sömürülmesini doğallaştırıyor. Dinin kadınların örtünmesi dayatması da, sermayenin kadın bedenini kullanarak pazarlama taktikleri de kadını nesneleştiriyor. Bu üçlü baskıya karşı feministlerin kadınların bedenlerini, seçimlerini ve öznelliklerini kendilerinin kontrol etmesi yönündeki mücadelelerinin her sınıftan kadını etkilemesi arttıkça, kadınların temel işlevlerinin sisteme ucuz işgücü temin etmenin ve güzellik endüstrisinin gönüllü neferleri olmanın ötesine geçeceğini düşünüyorum. “Dünya yerinden oynar, kadınlar özgür olsa” sloganına can-ı gönülden katılıyorum.

» Kitabın ikinci bölümünde Figen’in defterinden bir politik-sosyolojik gelişim sürecine tanıklık ediyoruz. Bu gelişim sürecinden bahsedelim.
Figen, kocasından boşanmış, 6 yaşındaki kızıyla yaşayan, bir halkla ilişkiler firmasında çalışan ve kendini feminist olarak tanımlayan bir kadın. Sevmediği bir işte çalışmak zorunda, kendine hiç vakit ayıramadığı için mutsuz ve Avrupa’da daha rahat koşullarda yaşamanın hayalini kuruyor. Ot gibi yaşadığını, gitgide hiçbir şey hissedemez olduğunu ve hayatına yabancılaştığını fark edince, günlüğüne tekdüze hayatını değil de ülkesinin çelişkilerini kaydetmeye karar veriyor. Egemen ideolojiye dair daha önce pek kafa yormadığını fark ediyor ve milliyetçilik, Kürt meselesi, vicdani reT gibi konularda araştırma yapmaya başlıyor. Bu süreçte başkalarının acılarını görmeye başlıyor ve muhalifliğinin kapsamı genişliyor. İdeal bir feministin aynı zamanda antimilitarist, sosyalist, çevreci, ırkçılık ve her türlü ayrımcılığın karşısında yer alması gerektiğini düşünüyorum. Ama bütün bunlar, bir kadın feminist olunca eşantiyonlar paketi olarak gelmiyor tabii ki. Figen karakteri üzerinden, bir feministin kendi kör noktalarıyla ve bilgisizliğiyle hesaplaşması sürecini yansıtarak, öznelliğimizin nasıl dönüşebileceğini ve birbiriyle dolayımlanan cinsiyet, sınıf, etnik grup kaynaklı adaletsizliklerin arasında nasıl köprüler kurulabileceğini araştırmak istedim.

» Kitabınız bir “öfke”nin ürünü mü?
Bu deneme kitabı adaletsizliğe uğrayan ya da şahit olanların doğal tepkileri olan öfke ve korkuyu, umut ve cesarete dönüştürecek sihirli kelimeleri arayışımın ürünü. Hâlâ aradığımı tam olarak bulamadım, ama en azından ne aradığımı biliyorum artık.