Yazının aklı ifade özgürlüğünün kalesidir. Yaratıcının sınırları aşkın bir serüvene kapılması bu sayede gerçekleşebilir

Boğucu günlerde kaleme sarılmak…

EREN AYSAN

Rus şairi Aleksandre Blok’un çok sevdiğim dizeleridir: “Durgun yıllarda gelmiş olanlar dünyaya/ anımsamazlar geçtikleri yolları.” Oysa ülkemizin çalkantılı döneminden geçerken aklımızda, kalbimizde biriktirdiğimiz ne çok acıya, ne az sevince tanıklık ettik. Bizi biz kılan görüp geçirdiklerimiz değildi yalnızca. Yaşadıklarımızın ruhumuza kederle dokunması, parmak uçlarımıza kadar derin bir hüzünle savrulmamızdı. Biraz da hatıralarımızın capcanlı olması bundandır! Böyle, bitip tükenmeyen, eksilmeyen dönemlerde sözcüklerden oluşan odalara sığınmamızın, dahası edebiyatın o eşsiz korunaklı alanının hem bizim hem de ulusların yaşamında büyük yer kaplamasının ardında “eleştirel düşünce”nin gücü yatar şüphesiz. Üstelik “eleştirel düşünce”, soluk aldığımız dünyaya ait apansızca sorular ortaya atmaktan, zaman zaman “kışkırtıcı” gelebilecek bir ayartıcılığa bürünmekten hiç ama hiç çekinmez. Zaten yaşadığımız dünyaya dair düşünce üretmek, gittikçe zahmetli bir hâl alsa da demokratik ve özgür bir toplum oluşturabilmek adına çalışmak, her şeyden önce sorumlu yurttaşlığın da gereği değil midir?

Mario Vargas Llosa, edebiyatın yazgılarına boyun eğen, yaşadıkları yaşamdan hoşnut kalan insanlara hiçbir şey söylemeyeceğini dillendirirken, şunları da ekler: “Edebiyat asi ruhu besler, uzlaşmazlık yayar; hayatta çok fazla şeyi ya da çok az şeyi olan insanların sığınağıdır.” Öyleyse insan daha çok mutsuzluğunu yenmek, makus talihini tersine çevirmek için kitaplara sığınır. Ahap Kaptan’la birlikte balinanın sırtında denize açılır, Samsa’yla böceğe dönüşür, Anna Karenina’yla şehvet denizinde yıkanır, Madam Bovary’le arsenik içer.

Sorumu biraz daha derinleştireyim: Yaratılan karakterlerin arasında geçici de olsa bir tatmin duygusuyla dolaşırken, bizi mutlu roman kişileri mi, yoksa acı içinde kıvranan roman kişileri mi zorlar? Tolstoy’un “Savaş ve Barış”’ının henüz başlarında neşesinden bir şey kaybetmeyen, toyluğunu ve uçarılığını dönemin ahlakçılığı ile dizginlemeye çalışan, zaman zaman da buna yenilen Nataşa ne denli mutludur? Daha sonra kocası olacak Pierre’yi bir duvar saatine benzetirken mesela… Muhtemelen balo salonunun bir köşesinde kıkır kıkır eğleniyor, mutedil bir yaşam süreceğini düşünüyordur! Rostov ailesinin bu başarılı, akıllı, muzip, sevecen, eğlenceli hatta çocuksu olarak nitelendirebileceğiniz genç kızı, küçücük omuzuyla ve incecik bilekleriyle vals yaparken hayatın onu nereye savuracağından habersizdir. Nataşa’da okuru etkileyen yıllar içinde geçirdiği dönüşümdür. Nişanlısını aldattıktan sonra savaşın alevleri içinde yeniden eski sevgilisini bulup ona bakmasıdır. Artık eşiklerde sınanmış, yaşamın sillesini ağır bir biçimde tatmıştır. Ama genel olarak Nataşa’dan “umuda dair değerler” en kötü zamanlarda bile eksilmez.

Buna karşılık Dostoyevski’nin yarattığı Raskolnikov’da yaşadığı toplumun değerlerini sürekli sorgulayan, hukuk fakültesini yarım bırakmak zorunda kalmış bir gencin, suç ve vicdan ilişkisini alacalı bir biçimde tartıştırır. Nataşa yaşamın gerçekliği içinde kendini yenilemeyi başaran, yaşanan olaylar karşısında belli bir bilinçle hareket etmeyi temel alırken, Raskolnikov ise suçun hazzı ile yaşadığı derin bunalımın yansımasıdır.

Bu sorunsal, yani roman kişilerinin acı ya da mutluluk yolundan yürümeyi tercih etmesi bir anlamda insanlık durumunun da kendi özsuyunu oluşturur. Burada karakterin kendi çaresizliği de vardır. Tolstoy Nataşa’daki dönüşümü Kant’ın sözleriyle kanıtlama çabasında gibidir: “Savaş insanların hayvanca durumudur, barış ise insanca varoluş durumu!” Yaratıcı Dostoyevski ise Raskolnikov üzerinden en basitinden “suç” ve “toplum” ilişkisini kanıtlamak için kolları sıvar. Yaratılan karakterler de tıpkı yaşadığımız çağdaki insanlar gibi birer kurbandır. Onlar roman yazarının kendilerine tanıdığı bilinçle hareket ederken yaptıkları trajik hataların bedelini öder, adil yargılama talep eder, sonunda da okurun kalbinde gerekli cezayı alırlar.

Roman kişilerinin kolaylıkla okurun kalbindeki mahkemede yargılandığını söyleyebiliriz. Buna yapıt da dahildir. Burada başka bir sorunsal karşımıza çıkıyor. İnsanları “şiddet”e ve “ayrımcılığa” sürüklemediği sürece yazı – elbette başka bir dünya kuran ve kendi kurduğu dünyada suça dair farklı bir söylem getiren Jenet gibi yazarlardan söz etmiyorum! Ama onun da olağanüstü yazın adamlığı takdir görüp cezaevindeyken affedildiğini de unutmayalım elbette- neden salt okurun kalbinde masumluğu tartışılmasın?

1929 yılında Resimli Ay dergisinde genç bir öğretmen olan Emin Türk Eliçin’in, kendi köyünü betimlediği yazısı “Köyümde Neler Gördüm?”den yargılanırken söylediği şu sözler kıymetlidir: “Benim gibi naçiz bir şahsın felaketi o kadar ehemmiyetli değildir; ehemmiyetli olan: Gençler, vatandaşlarımızın ıstırabını böyle yüksek sesle söylemeğe cesaret ederseniz işte böyle mahkum olursunuz!” gibi imân söndüren bir mânâ ifade etmesidir. Bence, fenalıkları görmek her Türk gencinin hakkı, göstermek vazifesidir. Ona: “Sus!” demek haksızlık olur ama artık susturmanın ne demek olduğunu bilmiyorum.” Bugün kendi köyünün fotoğrafını yazıyla edebi değeri de ön plana alıp süsleyen birine yaptığımız haksızlık bizim ayak bileklerimize dolaşmayacak mıdır? Sanıyorum, eski defterleri çıkartıp edebiyatın neliği üzerinden Emile Zola’nın L’Aurore gazetesinde yayımlanan Dreyfus davasını, dönemin ünlü yazarın Cumhurbaşkanına yazdığı “Suçluyorum” yazısını, Babeuf davasını yeniden tartışmaya başlamamızın zamanıdır. Bir dönem ne çok yazılıp çizilmişti oysa…

Bütün bunları genç yaşta yaşamını kaybeden sevgili arkadaşım Didem Madak için yapılan bir sempozyumun ardından yol boyunca yürüdüğümüz, sonra gecenin ilerleyen saatlerine kadar sohbet ettiğimiz sevgili Necmiye abla (Alpay) ile yapmayı ne çok isterdim.

Çünkü yazının aklı ifade özgürlüğünün kalesidir. Yaratıcının sınırları aşkın bir serüvene kapılması bu sayede gerçekleşebilir. Ve ne yazık ki, kimi iktidarlar bu dokunulmazlığı olan kaleye gol atmak için uğraşır dururlar. Maçı kazandıklarını sanırlar. Ama uzatmalarda hep kaybederler!