Böğürtlenler kanıyor

ARİFE KALENDER

Birkaç aydan beri yazmıyor. Son gelen mektubunda daha çok bezginlik sezinlediğim için merak etmeye başladım. Oysa onu her zaman, hiç eksilmeyecek gibi görünen direnci ve umuduyla tanımıştım. Çevremizde yaşananlar yüzünden, biraz yüzümüzü düşmüş görse sinirlenir: “Toprağı izle, toprağa bak! Karla, selle, zemheriyle nasıl baş ediyor, gözle! Zamanı gelince kayada bile incir yeşertmiyor mu?” derdi. Yıllardır görüşmesek de; düzenli olarak yazışıyorduk. Sanattan, okuduğumuz kitaplardan, toplumsal olaylardan söz ederken uzaklık yiter, sanki yan yana oturmuş da sohbet ediyor gibi olurduk. “Her insan bir şehir” demişti bir şair. Ben uzaktaki bu şehrin tüm yollarını, alanlarını, tarihini mektuplar sayesinde öğrendim. Sözcükler, zamanı ve mekânı silerek iki insan dünyasını birleştirmeye yetmişti. Son yolladığı 9.10.1999 tarihli mektubu ilginçti.

“Bir süre pencereden sokağı seyrettim. Gündüz başlayan yağmur aralıklarla sürüyor. Çok değil, on beş gün önce karşı apartmanın bahçesine baktığımda, sarı ve turuncunun tonlarını saymıştım. Bugün tüm yapraklar yerde. Ben farkına varmadan manzara değişmiş. Dallar çırılçıplak kalmış. Yapraklarla örtülmüş kaldırımlar. Kış, tüm bedeniyle üzerinde yatıp uzansın diye rengârenk yataklar, yorganlar serilmiş sanki yerlere.

‘Ömrüm de yaprak döktü’ diye geçirdim içimden. ‘Sarı, yurdumdur artık.’ Bu sözü söyler söylemez, içimdeki yılan usulca tısladı ve başını kaldırdı. Yılan dedim de, korkacak bir şey yok. Yılan isyanımın adıdır, kimi yerde başkaldırır, kimi yerde kıvrılır acısıyla.

‘Sarı, yurdumdur artık.’ Böyle demiştim ya az önce, bunu çizip karalıyorum şimdi. Niye mi? Çünkü bizi hep güze, sonra da kışa hazırladılar. Güzün hüznünü, kışın beyazını sevdik. Ölüme baş eğmek gibi bir şeydi bu, ölümü sevdik. Neyle sevdik? Şarkılar, türküler, şiirlerle...

Ne diyordu okul kitabımızda şair: Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden/ eteklerinde bir yığın yaprak/ ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak. Bir başkasının da: Artık demir almak günü gelmişse bu limandan diye başlayan Sessiz Gemi’si neyi fısıldıyordu çocuk kulaklarımıza?

Yaşamdan çok ölümü ezberlemiş bir toplumun insanı olarak, dalından kopan yaprağa ağıtlar dizmemizden, onu acılarımızla özdeş kılmamızdan daha doğal ne olabilir? Hatta ölümü özlememiz gençlikten başlayarak, ilerleyen yaşımıza kadar acıya çağrı çıkartmaz, sevinçlerimizi ellerimizle boğdurmaz mı?

Yeter artık! Hazan ve hüzzam yakın olmasın bana. Yapraklar sararıp dökülüyormuş, dökülsün! Yeşillendiği zaman, zaten sararacağını biliyorduk. Doğduğumuz zaman öleceğimizi bildiğimiz gibi.

Ben de sarardım, damarlarımın deli kanı yavaşladı. Toka tutmaz saçlarım azaldı, tenim tozlandı. Ama beynim var, yüreğimin hâlâ çarpışı, çırpınışı var. Yaşama dair sorularım, düşüncelerim, düşlerim var.

Sokağı seyretmek yaşamı seyretmek gibidir. Yapraktan ağaca, ağaçtan toprağa, topraktan insana bir uzun yolculuğa çıkar insan. Bu yolculukta kadının yeri ayrıdır benim için. Kadını böğürtlene benzetirim çoğu zaman. Çiçeklerinin beyaz oluşu çocukluğu, meyvelerinin pembeleşmesi gençliği, mora dönüşü ise yaşlılığı ve ölümü simgeler. Suya yakınlığı temizlik ve doğurganlığı, dikenleri ise koruyuculuğunu ve direnci gösterir.

Evet evet, bu topraklarda her kadın böğürtlendir. Çalı türündendir. Ağaç değil, ot değil. Çalı. Toplumsal olarak baktığımızda kadının yeri böğürtlene benzer. Erkek ağaçtır; çınar, çam, köknar, meşe... Tarih ve tanrılar, onu hep güçlü, yüksek ve dayanıklı ağaçlar olarak öğretmedi mi bize? Çocuklar ise ‘ot’ olabilir. Çayıra, çimene benzer. Birkaç gün su verilmezse kurur, zora dayanamazlar. Oysa böğürtlen hem ağacın, hem otun ortasında bir yerde durur. Üstelik hemencecik yaprağını dökmez, fırtınaya ve kışa dayanıklı. Avcılardan kaçan kekliği, serinlemek isteyen sürüngeni dalları arasında saklayan da o. Evet, bir kadın ancak böğürtlene benzetilebilir.

Biliyor musun? Artık çalıları toptan ateşe veriyorlar. İçindeki meyveleri, böcekleri, çiçekleriyle çıtır çıtır yanıyor. Gazetelerin üçüncü sayfasına iyi bak! Ben artık dayanamıyorum. Daha sayfaları çevirmeden urgan, tabanca, bıçak resimleri havada uçuşuyor. Bir yandan bedenler ve yüzler kara örtüler altına gizlenmeye çalışılırken; öte yandan durmadan koyun keçi gibi... İşte diyorum kendi kendime, işte: ‘Yaşamı öteleyerek, ölümü beriye çekmenin görüntüleri bunlar...’

Sonra ne mi yapıyorum? Kitaplara sarılıyorum yeniden. Öyküler okuyorum, romanlar... Daha fazla yara almamaya çalıştığım sığınma yerleri buluyorum. Çünkü her yerde ecelin ve acının okları var. Anlayacağın, bu topraklarda her şey değişince tanıdığın ben de, ben olmaktan çıkıyorum. Şimdilik bu kadar. İyi ki varsın! Sevgiler.”

Mektubu bir an, dolu sürahinin hızla son damlasına kadar boşalmasına benzettim. Bendeki yankısını bildiği için lafı uzatmaz. Girişinde, alışılmış sevgi, saygı sözlerine gerek duymadan söze başlar. O, karşımdadır sanki. Soru sormayan, araya girmeyen, iyi bir dinleyici suskusunda okurum mektupları. Müzik parçasının susması, şiirin bitmesi gibi yüreğini bırakır gider.

Burada da yağıyor şimdi. Usul uslu... Öyle sakin yağıyor ki, tüm zamanları nemlenerek dolaşıyor insan. Yağsın bakalım.

Yazarın, Tekin Yayınevi’nden çıkan Dört İsmail Bir Leyle kitabından bir öykü.