Bombacı  ile yağmacı

İstanbul’un en karanlık günlerinden biriydi. 6-7 Eylül 1955’te yaşanan o iki gün, sonbaharla birleştirilmiş “6-7 Eylül Olayları” diye tarihe geçecekti.

Ama aslında “olay” falan yoktu.

Büyük bir kara senaryonun ağır bir sorumsuzlukla uygulanması vardı.

Aslında “olaylardan” iki üç gün önce İstanbul’un çevre ilçelerinde Demokrat Parti teşkilatına mensup vatandaşlar hazırlanmışlardı. Büyük bir memleket davasına hizmet edeceklerdi! Sadece gerekli işaretin gelmesini beklemeleri gerekiyordu.

O işaretin gelmesi de gecikmedi!

İstanbul Ekspres gazetesi akşamüstü “yıldırım baskı” ile beklenen işareti verdi:

“SELANİK’TE ATA’MIZIN EVİ BOMBALANDI.”

Halkın galeyana gelmesi gerekiyordu, geldi!

Bir gece önceden örgütlenmiş “galeyanı üzerinde” kitleler İstanbul’un Rumları başta olmak üzere Ermenileri, Yahudileri, Süryanileri, Bulgarları, İtalyanlarına ait işyerleri, otelleri, depoları ve konutlarını yağmalamaya başladılar.

Olay yeri Yunanistan olduğu için İstanbul’un Rumları ilk hedefti. Ama diğerleri de bu yağmadan nasiplerini alacaklardı. Hepsi “kafir” idi.

İstanbul tarihinin en kara günlerini yaşıyordu.

•••

Bu büyük olayların aslında devlet tarafından düzenlendiğinin pek çok işareti vardı. O sırada genç bir polis muhabiri olan Hasan Pulur, Taksim’de İstanbul’un emniyet birimlerinden bilgi alırken bir polis şefi duruma isyan etmiş ve şöyle demişti:

-Vurun dedikse öldürün demedik ki!!!

Bu bir anekdot, Hasan Ağabey akşamüstü sohbetlerimizde ders niyetine anlatırdı bize Milliyet’teki odasında… Ama daha keskin ve net bir itiraf da vardı. General Sabri Yirmibeşoğlu, kendisiyle röportaj yapan gazeteci Fatih Güllapoğlu’na Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı Özel Harp Dairesi’ni anlatırken somut bir eylemini de iftiharla açıklamıştı:

-6-7 Eylül Olayları Özel Harp Dairesi’nin mükemmel bir harekâtıydı. Amacına ulaştı!

Hepsi yıllar sonra ortaya çıkacaktı.

Mesela Selanik’te Atatürk’ün evini bombalayan Engin Oktay adlı bir üniversite öğrencisiyle Türkiye’nin Selanik Başkonsolosluğu’nda çalışan Hasan Uçar Yunanistan polisi tarafından yakalanıp tutuklandılar. Hasan Uçar bu işi Engin Oktay’ın kendisine yaptırdığını söyledi. Her ikisi de Batı Trakya Türklerindendi. Engin Oktay Türkiye Cumhuriyeti’nin kendisine sağladığı burs ile Selanik Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisiydi.

Engin Oktay, Hasan Uçar’a başkonsolosluktaki işini sağlamıştı. Bunu da yıllar sonra (21 Ocak 2001) Yeni Şafak’tan Nasuhi Güngör’e söyleyecekti.

Yargılama esnasında her şey ortaya çıktı. Bomba tahrip gücü çok az olan özel imalattı. Türkiye’den gönderilip elden teslim edilmişti. Bu ayrıntılar da 27 Mayıs 1960 sonrasında yapılan Yassıada Duruşmaları’nda ortaya çıktı. Sanıklar arasında dönemin Selanik Başkonsolosu Mehmet Ali Balin ve Engin Oktay da vardı.

1956’da Yunanistan’daki duruşmada Atatürk’ün evine bomba atmakla suçlanan Engin Oktay tahliye edildi. Türkiye’ye kaçtı. Devlet bursu ile tahsiline Türkiye’de devam etti. Daha sonra sırasıyla kaymakam, emniyet müdürü ve valilik görevleri yaptı. Son görev yerleri Nevşehir Valiliği ve Eskişehir Emniyet Müdürlüğü oldu.

•••

Şimdi bir de galeyana gelmiş halktan bir temsilciye kulak verelim… 6 Eylül 2013 tarihli Agos gazetesinde Funda Tosun’un tarihi öneme sahip bir söyleşisi yayınlandı. Funda konu hakkında ilk kez “ben yağmaya katıldım” diyen birini bulmuş ve konuşturmuştu.

Mikdat Remzi Sancak “olaylara” nasıl katıldığını şöyle anlatıyordu:

-Tophane’de muhallebicideydik. Ortalık karıştı. Duyduk ki Atatürk’ün evine bomba atmışlar. Millet galeyana gelmiş. Dükkanların camlarını kırıp ne var ne yok alıyorlar. Polisler de kırın, saldırın diye teşvik ediyorlardı. Biz de katıldık, ne yapalım!

Mikdat Remzi “vatana millete hizmet aşkıyla” yaptıklarını anlatmaya devam ediyor:

-Ne kadar Rum, Ermeni, Süryani, Musevi, varsa hepsinin dükkanlarına girdik, evlerine daldık. Bir ara baktım bir kuyumcu dükkanına saldırıyorlar, ben de karıştım aralarına, vitrinde ne var ne yok doldurdum koynuma. Küpe, müpe altın, kolye… O gece gayrimüslimlerin yaşadığı Adalar’a vapur kaldırdılar. İnsanlar doluşup yağmaya gittiler. Ben gitmedim.

Remzi Sancak bir yere geliyor; kendini ve yaptıklarını sorguluyor:

-Aldıklarımı sandalın başaltına koydum. Aldıklarım diyorum ama doğrusu çaldıklarımı demem lazım. Çünkü yaptıklarımın hırsızlık olduğunu düşünüyorum. Öyleydi işte bir kargaşa oluştu herkes ne çarptıysa kaldırdı!

Bunları neden yazıyoruz?

Bu ulus (Türkler) sadece bombacılardan, yağmacılardan, hırsızlardan ve katillerden ibaret değildir. Vicdanı olanlarımız çoğunluktadır. İnsan olmak ve insan kalmak için çaba harcıyoruz.

O dönemde bu vahşeti yaşamış en eski İstanbullular Rumlardan, sonra İstanbul’u Ermenilerinden, Süryanilerinden, Yahudilerinden, Bulgarlarından, İtalyanlarından özür dilemek zorunda olduğumuzu hatırlatıyoruz.

Bombacı Engin Oktay gibi değil de, yağmacı Mikdat Remzi kadar olabilmek için…