Güneşi solmuş Ankara, dünyası çalınmış çocuk ve insanlarıyla bir ‘enkaz’ gibi uzanıyor.

Ve Ankara, Garın önü, Merasim Sokak ve Kızılay güzergâhında giderek büyüyen ‘katliam haritası’ olarak yerleşiyor yağmalanmış hafızamıza...

Yeni Rejimin bombalar başkentinde, akşam saatlerinin öğrenci, çalışan, emekçi, sevgilileri yani Ankaralıları, tarihi boyunca kucaklayan, duraklarında ağırlayan Kızılay, bundan sonra küllerin can parçalarına yapışıp yağdığı mahşer yeri bizim için...

Yo biz hiç öyle fiili durumun Pazar gecesi tavsiye ettiği üzere endişe etmiyoruz. Sadece Yeni Türkiye Başkenti’nde yüksek güvenlikli duvar ve koruma orduları tarafından kuşatılmış alanlar dışında kalan her noktada üç kişi sokakta yan yana gelince gözaltına alındığı Ankara’da biz de sessizce, ‘öngörülemez’ yüksek şiddetli patlamalarda çoluk çocuk ölüyoruz.

Yaralı ve parçalanmış insanlarımıza gaz sıkıldığı 10 Ekim’den beri ‘rutinimiz’ buydu.

Üstelik öldüğümüz gün katliam haberlerine sansür, soruşturmaya gizlilik ve anma törenine de daimi yasakla inen kalın karanlık perde bu ‘rutine’ dahil...

O gece ve sonrasında sokaklar daha bir boşalıyor, herkes suskun evine siniyor Başkent caddeleri ıssız, ıslak ve kan, zifiri karanlığı yırtan çığlıklar içinde kalıyor...

Ve aklınıza Sur, Cizre, Silopi, yüreğinize de bu tenhalığın yakıcı soğukluğu düşebiliyor.

Hayatta olmanın ancak ‘insanlığın içinde’ kalabilmekle mümkün olduğunu aksi takdirde dehşetle güdülenmiş, bilinci kapalı, hayatına başkalarının faillik yaptığı korkak yığınlar olacağımızı anlıyorduk.

Ve elbette burası, istihbarat uyarı raporu ve şüpheli araç plakalarının kulaktan kulağa fısıldandığı, seyir halinde bomba yüklü araçların şehir merkezinde trafiğe çıktığı, duraklara girdiği, canlı bombaların şehir turu ve kahvaltı yapıp yüzlerce masum insanın üzerine sakin sakin evindeymiş gibi yürüdüğü başkentimiz.

Ayrıca Başkanlık referandumuna koşan Yeni Rejim sahiplerinin “bir müddet böyle terörle yaşamalısınız” dayatması, Gar patlamasında katledilen arkadaşının izin verilmeyen anmasına giden çocuğumuz yeni saldırıda öldürülünce ‘ortak kaderimiz’ oluyordu.

Ankara’da yine o ‘engellenemez terör saldırısı’ ile karşı karşıya geldiğimizi ve oranın ‘temizlik bölgesi’ Nusaybin, Yüksekova değil başkent olduğunun ayırdına varıyorduk.

Yeni Rejimin ‘büyük devlet algısı’ dünyada bombalar başkenti Ankara diye anılırken, Suruç’ta 20 Temmuz’da açılan büyük gediğin Ankara’nın ortasına kadar ilerlediğini kimse inkâr edemezdi.

1 Kasım seçimlerinin tehditkâr zafer yaşatan “ya kaos ya istikrar” sloganı, PKK şiddeti ile şahlandırdığı ‘iç savaş provası’ ve Suriye’de militer harekât arayışları sonunda gerçekten kaos durumuna dönüşmüştü.

Acaba Yeni Türkiye aylardır kitleleri korkutmak, baskı altına almak için kullandığı ve şimdi yönetemediği kontrolden çıkan ‘kaosu’ tanıyabilmiş miydi?

Güneydoğu’da ağır insani kayıplarla sürdürülen ‘savaş ve çatışma hattı’ ülkenin bütün sathına doğru yayılırken bilmeliydik ki..

İç savaş ve kaos ortamı yalnızca sivilleri faşizan dürtüler üzerinden birbirine kırdırmaz, beraberinde bir ülkeyi topyekûn ve bu tarihsel riske oynayanlar dahil zaman ve haritadan silerdi.