Meraklı kalabalık dağıldıktan sonra başladı gerçek tanışma faslı. Zeus girdi önce söze, hoş geldin garip yabancı dedi, ne de ilginç arkadaşların var. Anlat bakalım şimdi, gerçekte kimsin, necisin?

Bonservisi elinde olan tanrılar (II)

Selim Martin - Dokuz Eylül Üni., Arkeoloji Bölümü Öğr. Gör.

Uzaklardan gelen sesler gittikçe yakınlaşıyordu. Davullar, defler gümbürdüyor, ziller şakırdıyordu. Diaulos kâh ince kâh kalın ötüyor, düzenli melodi ve şarkılara vahşi hayvanların ve vahşi mi değil mi belli olmayan kadın ve erkeklerin çığlıkları karışıyordu. Kalabalık gittikçe artıyordu; düzensizlik içinde bir düzen, onun içinde bir başka karmaşa, görseniz nasıl da bir cümbüş.

Bu kadar değişik ses ve gürültünün olduğu yere diğer tanrı ve tanrıçalar merak içinde geliverdi hemen. Zeus ve Hermes sıkıntı içinde birbirine baktı, eğer bu bekledikleri yeni tanrı ise, herkesin gözünün önünde bir karşılaşma hiç de iyi olmayacaktı. Foyaları meydana mı çıkacaktı ne?

Tanrılar; vahşi hayvan postlarına bürünmüş, raks ettikçe vücudu ortaya çıkan, arzulu bakan, kendinden geçmiş, esrimiş kadınlardan alamadı gözlerini. Tanrıçalar ise biraz merak ve biraz arzu ile bakıyorlardı çıplak vücutlu, ereksiyon halinde dans edip, ellerinde hayvan tulumları ve boyalı kaplar taşıyan, tepeden tırnağa vahşi gözüken erkeklere. Kimdi bu insanlar?

Bu cümbüşe sadece Olymposlular koşup gelmediler tabi, etraftaki şehir ve kasabalardan akın akın insanlar geliyor, herkes kendi şaşkınlığını yeni gelene katlayarak aktarıyordu. Tam kaos zirveye çıkmıştı ki, gürültü birden kesiliverdi. Alay iki yana açılarak ortalarında bir boşluk yarattılar önce. Sonra tok bir “Bendir” sesi, bilindik, sade bir ritim vurmaya başladı ve arkasından üç tane “Sistrum” çınlamaları ile eşlik etti bu ritme. Kalabalığın arasından ortaya gelen hayvanları fark edince tüm izleyiciler istemsiz birer çığlık atıp hemen yutkundular. Bir “Asya Kaplanı”, bir “Afrika Aslanı”, bir “Çita” ile bir “Anadolu Parsı” dört taraftan sessizce giriverdiler ortadaki boşluğa. Sonra başında asma yapraklarından bir tacı ve elinde ucunda çam kozalağı takılı bir asası olan, saçları kokulu, perçemleri sarı, yanakları mor mor, panter postuna sarılmış bir erkek çıktı meydana. Ve konuşmasına başlamadan evvel, çok uzaklardan bile duyulan o haykırışı ünleyiverdi; Ahooooy!

“İşte ben Zeus’un oğlu Dionysos, Kadmos’un kızı Semele’nin yıldırım dolu şimşekler içinde doğurduğu tanrı, Thebai toprağına ayak basıyorum. Tanrılığımdan soyunup insan suretine girdim… Ben Lidya’nın altın ovalarından geliyorum, İran’ın güneşten kavrulan kırlarını, Baktiria’nın uzun surlarını, Media’nın buzlarla örtülü topraklarını, saadet diyarı Arabistan’ı, tuzlu denizin kıyılarına uzanan bütün Asia ülkesini, Barbarlar ile Helenlerin karışık yaşadığı, güzel hisarlarla süslü şehirleri dolaştım. Oralarda korolarımı topladım; dinimi, ayinlerimi öğrettim, şimdi kendimi Helenlere tanıtmak istiyorum. Helen toprağında Bakkhaların keskin çığlıkları ile çınlattığım, kadınlarının çıplak vücutlarını ceylan postlarıyla sarıp ellerine Thrysos’u, sarmaşıklı asayı verdiğim ilk şehir burası oldu…”

Hera bu gelenin de Zeus’un çocuğu olduğunu duyunca öfkeyle baktı kocasının yüzüne. Hermes ile Zeus ise birbirlerine kaş göz yapıp gülüyorlardı. Yaman çıktı bu oğlan da diye düşündü Zeus, nasıl da kendi uyduruvermiş hikâyesini. İyi oldu herkese benim çocuğum olduğunu söylemesi, Hera köpürecek bu duruma belli ama ben bulurum onu sakinleştirmenin yolunu. Dionysos etrafındaki insan ve hayvanlar ile biraz ürkütücü ama bak nasıl da çekti hepimizin ilgisini. Döndü ve kalabalığa seslendi, haydi herkes hoş geldin desin oğluma sonra da baş başa bırakın bizi. Uzun yoldan geldi, çokça da haber getirdi, konuşacaklarımız var.

Meraklı kalabalık dağıldıktan sonra başladı gerçek tanışma faslı. Zeus girdi önce söze, hoş geldin garip yabancı dedi, ne de ilginç arkadaşların var. Yalnız hakkını baştan vereyim, hem etkili bir giriş yaptın hem de aramıza katılman ile ilgili uydurduğun hikâyene bayıldım. Anlat bakalım şimdi, gerçekte kimsin, necisin?

Adım çoktur benim; Dionysos derler en çok, sonra da Bakkhos, kimi İobakkhos olarak seslenir kimi Bromios, kimi çığlık atar gibi ünler adımı Ehuios veya İakkhos der, seç sende istediğin birini, dilediğince seslen bana. Asia topraklarından geliyorum dedim ya öz vatanım Lidya’dır. Ancak bütün Asia’da severler beni. Asma kütüğü, şarap ve alayımla gezerim. Alayım ile az önce tanıştınız, şarabı da şu sağ yanındaki bana iş teklif ederken tatmıştı, beğenmiştir umarım. Ulu analarımız Rhea veya Kybele gibi doğa ile varım ben, bende yansır doğa dediğin, ormanlarda, kırlarda yabani hayvan ve yaratıklarla bir arada yaşar, onlarla birlikte coşarım. Mevsimlerin değişimi bende simgelenir ama benim asıl kuvvetim insanla doğa arasında kurduğum ilişki, insanı doğanın sırlarına erdiren büyülü gücümdür. Deminki uydurma hikâyeye gelince; işte o da başka bir alametifarikam, “gibi yapmak” derler adına, oyunculuk yani. Senin oğlunmuş gibi yaptım, ne de güzel oldu değil mi? Şu şarap yaptırıyor bana ve etrafımdakilere bunları, dur hele burada koromu ve alayımı toplayayım bir, bak her şey nasıl da çok daha güzel olacak.

Zeus ve Hermes hem ürkmüş hem de şaşkın şaşkın dinlerken berikini, yanlarına biraz önce katılan Apollon kalkıp sarıldı Dionysos’a, hoş geldin kardeşim dedi, burada da bulduk birbirimizi. Artık tamamlayacağız burada var olan eksiklerin her birisini. Bizimle şekillenecek yaşam dediğimiz o tarifsiz dünya.

Huu sevgili okuyucu, dalıp gittin geçmişin yeşil ve büyülü topraklarına. Topla bakalım kendini, geri dön içinde bulunduğumuz dünyaya. Bak göreceksin bu ikisi geçmişten gelip nasıl da değiştirecek bu günümüzü? Hikâyemizin devamı elbette haftaya ki çığlığımız susmasın. Viya Böyle!