İnternet’i bayağı bir kullanıyorum; ama, sıklıkla da hata yapıyorum: Daha önce de başıma gelmişti; son iki hafta...

İnternet’i bayağı bir kullanıyorum; ama, sıklıkla da hata yapıyorum: Daha önce de başıma gelmişti; son iki hafta boyunca açtığım maillerin çoğunu, ana tabloya geri döneceğim derken, silivermişim.

Eski öğrencilerimden biri soruyordu, “‘Arap Baharı’ hakkında bir şeyler yazmayacak mısın?” diye. Şöyle dersem, epey bir şey söylemiş olurum her halde: “BOP’un eşbaşkanı benim” demekle, “biliyor musunuz, Matild Manukyan’ın gizli ortağı bendim” diye, üstelik de işin aslı böyle olmadığı halde, ortalıkta dolaşmak arasında pek bir fark yoktur; tabiî, Arap halklarının haklı isyanlarını bir yana koymak şartıyla.

Şike soruşturması diyorlar; oysa, bu soruşturmanın kendisi şike; yani muvazaalı, danışıklı dövüş; kısacası dalaveralı. Bu kadar paranın döndüğü, borsadan siyasete, stad ihalelerinden bahis oyunlarına, televizyon yayıncılığından taraftar eşyası veya kombine bilet ticaretine en akla gelmedik alanlarla iç içe bir sektörde şike de olur, başka her türlü pislik de. Ancak buradaki, Tayyip Erdoğan’ın polis, daha doğrusu terör rejimini yerleştirmeye yönelik operasyonlardan sadece biri. Aydın Doğan’a karşı uygulananla benzer yanları var: Aziz Yıldırım’ı içeri atmak, hem güç gösterisi, hem de göz dağı; herkesi hizaya getirmek üzere. Bak ben nasıl sorgusuz sualsiz,  bir iki dinleme üzerinden, niye şununla konuştun/buluştun/selamlaştın diyerek adamı, hem de en güçlü bilinenlerini içeri attırtırım, kodesle hastane arasında süründürürüm gösterisi; Haberal’a da uyguladıkları türden…

Bu arada Fenerbahçe’ye yapılan da var: UEFA’yı kim ayarladı; niye sadece bu takımın aleyhindeki  şüphe, kanı, (varsa) belgeler İsviçre’ye iletildi? Trabzonspor ise, belki de kendisi de habersiz, bu tezgahta Oya Eronat rôlünde; hani şu Hatip Dicle’den çalınan milletvekilliğine oturan AKP adayı.

Başbakan’ın Fenerbahçeliliği ise, aslında, kendisinin Şevki Bey sevmesi, Chopin dinlemesi veya bir Citroen’in direksiyonuna oturması kadar inandırıcı; yani, eğreti. Doğma büyüme bir Kadıköylü için Fenerbahçe, isterse kızıp küfretsin, ‘kendim’ dediği varlığa içkin bir şeydir; oysa Erdoğan için, çok muhtemelen ancak araçsal bir değere sahiptir: Biraz Freudvari olacak ama, kendisi büyüyüp güçlendiği anda, belki de ilk ezmeye kalkacağı, kendilerini ezip teslim almak, kendisine muhtaç bırakmak üzerinden kendi kendisini kendi gözünde ispatlamaya kalkacağı şeylerden biri.

Başbakan zaten kendi otoritesini başkalarının değerli gördüğü şeyleri göstere göstere kale almamak, aşağılamak üzerinden kurmayı bir metot olarak kullanan birisi: İşi, ülkücülerin ‘bozkurt’unu bile basit bir hayvan olarak nitelendirmeye kadar vardırdı; İnsanlık Anıtı’nı ucube deyip parçalatması da, basit bir Vandalizm tezahürü değil, bayağı hesaplı kitaplı bir tecavüz.

Tutuklu kocasına yakın olmak için İstanbul’a tayinini isteyen Dursun Çiçek’in karısının Ardahan’a sürülmesinden, Metin Lokumcu’nun ölümünü küçümsemeye, Dilşat için “kadın mı, kız mı” demekten yaşlı ve hasta, ama özellikle de yüksek mevkideki insanları hücreye attırtmaya, bütün bunlar aslında taammüdî birer pervasızlık gösterisi; insanlar kendilerini çaresiz hissetsinler diye tezgahlanmış ve de sedyedeki Hüsnü Mübarek’i çelik kafes içinde mahkemeye çıkartmak ya da birkaç saat sonra idama gidecek Menderes’e prostat kontrôlü diye rektal tuşe yapmakla aynı insaniyet seviyesine tekabül eden.

Yaptığı her sınav ayrı bir rezalet olup milyonlarca insanın mağduriyetine yol açan ÖSYM Başkanını inatla görevde tutmak da, başbakanın izan, insaf ve insan aklına meydan okuyarak gücünü kabûl ettirme yönteminin bir gereği ve bana Caligula’nın en sevdiği atını Konsül ilân edip Romalı senatörlere selamlattırtmasını anımsatıyor; sırf  burunları sürtülsün diye.

Aslında başbakanın sorunu, ne ‘terör’, ne de Gazze veya İsrail: Peşinde olduğu şey, bir yandan, terörle mücadele adına, olağanüstü bir teyakkuz durumunu ülke genelinde kalıcı kılmak; diğer yandan da bir taşla iki kuş vurup, hem Arap sokağından kotaracağı popülariteyi, hem de ‘Yahudi düşman’a karşı kışkırttığı azgınlığı iç politikada bir koz olarak kullanmak; ki, bu hâliyle de III. Napolyon’u andırıyor. III. Napolyon, hani şu, Louis Bonaparte olarak cumhurbaşkanı seçilip, referandum-darbe karması bir tezgahla kendisini imparator ilân ettikten sonra Dünya’ya da reis olayım diye önce taa Meksikalara kadar uzanan, oradan kuyruğunu kıstırıp geri dönmek zorunda kalınca, bari Almanya’yı fethedeyim diye, kendisini Paris’ten “Berlin’e, Berlin’e” diye uğurlattıktan sonra, daha Alman sınırına bile varamadan Prusya ordularına yenilip esir düşen  opera cihangiri.