“Aloo…” “Emredin Padişahım…” “Ne padişahı evladım? Ben Padişah değilim…”

“Aloo…”
“Emredin Padişahım…”
“Ne padişahı evladım? Ben Padişah değilim…”
“Ayy, yanlış mı oldu? Emredin sadrazamım…”
“Oğlum, sen herkesten mi ziftleniyorsun… Bismark’ım ben… Prens Bismark…”
“Korkarım yine yanlış oldu sayın prensim, nasılsınız?”
“Tatavayı bırak… Elçilikten sana 10 bin frank verecekler, Berlin’e geliyorsun…”
• • •
Basiretçi Ali Bey’le zamanın Alman Şansölyesi Bismark arasında böyle bir telefon konuşması geçmediği muhakkak…
Fakat tarih, aralarında böyle bir konuşma geçmiş gibi cereyan etmiştir…
Basiretçi Ali Bey, adı üstünde, 1869’da yayına başlayan Basiret gazetesinin kurucusu…
Gazeteyi kurarken Osmanlı Hükümeti’nin verdiği 300 altını cebe indirerek işe koyulmuş… Birkaç yıl içinde önüne çıkan fırsatları da iyi değerlendirmiş… Örneğin 1870’de patlayan Fransız-Prusya savaşında Almanların borazancıbaşılığını yapmış…
Hizmeti karşılıksız kalacak değil ya!
Savaş bitince Alman elçiliğinden aldığı 10 bin frankla birlikte Berlin’in yolunu tutmuş… Ayrıca Sadrazam Ali Paşa’nın giderayak cebine koyduğu 500 altına da hayır dememiş…
Berlin’de 29 gün kaldığı, Bismark’la görüştüğü, kendisine hediye olarak 1000 markla birlikte bir de baskı makinesi verildiği söylenir ki, bu söylenti, gazetesine, yabancı bir devletten yardım alan ilk gazete unvanını kazandırmıştır…
• • •
“Aloo, sansür memuru Hıfzı Bey’le mi görüşüyorum?”
“Evet… Ahmet Rasim… Yine mi sen?”
“Hıfzı Bey, olmuyor ama… Bize verdiğiniz yasaklar listesine harfiyen uyuyoruz lakin siz yazdıklarımızın üstünü çizmeye devam ediyorsunuz… Buna bir hal çare bulalım…”
“E bu işin fıtratında bu var Ahmet Rasim; siz yazacaksınız, biz de çizeceğiz…”
“Yahu o kadar zaman harcıyoruz, kafa patlatıyoruz, yazık oluyor… Bari şöyle kapsamlı bir liste verin de hiç olmazsa ne yazmayacağımızı bilelim.”
“Öyle olmuyor, Ahmet Rasim… Deniyoruz işte ama olmuyor…”
“Nasıl olacak peki?”
“Bak benim aklıma bir çare geldi… Hani sen günlük yazını bitirince şöyle bir koltuğuna kaykılıyorsun ya…”
“Eee?”
“Kaykılmayacaksın…”
“Niye?”
“E kaykıldıysan yazdığını beğenmişsin demektir, yazın güzel oldu demektir…”
“Beğenmeyecek miyim peki?”
“Beğenmeyeceksin! Beğenirsen çizerim…”
Hıfzı Bey, Abdülhamit’in memuru… Ulu Hakan’ın, basının kafasına kafasına vuran eli…
Ancak Ulu Hakan’ın bir eli daha var… Basını besleyen, ulufe dağıtan eli…
Dönemin ünlü ünsüz pek çok gazetecisini yemlemiş bu el…
Bir yazı döşeniyorsun, “alo, Abdülhamit,” diye mesaj atıyorsun, banka hesabına paran yatıyor…
Yalnızca İstanbul’da yayınlanan yabancı dildeki gazetelere yılda 340 bin lira ödeniyor…
Fakat bana kalırsa Abdülhamit yanlış yapıyor… Bir havuz kurmak, paraları bu havuzda toplayıp tek sesli bir basın oluşturmak varken, onca adamı tek tek hizaya getirmeye çalışıyor…
• • •
Telefonlar, Devr-i Cumhuriyet’te de susmak bilmiyor…
“Aloo, Beyefendi… Ben Falanca gazeteden Bilmemkim… Zordayız efendim…”
Tabii, devir değişiyor… Örtülü ödenek, resmi ilanlar, kâğıt tahsisi ve medya teşvik kredileri gibi yeni kaynaklar icat ediliyor…
Menderes döneminde, örtülü ödenekten yalnızca Zafer gazetesinin hak ediş tutarı 500’le 900 bin lira arasında…
Yeni Asır, İzmir’de hak ediş birinciliğini başka gazetelere kaptırmıyor… İstanbul’da da Havadis gazetesi kaptırmıyor…
Örtülü ödenekten bir de kişi olarak nemalananlar var…
Aralarında kimler yok ki…
Örneğin, Başbakanımızın pek sevdiği, meydanlarda şiirlerini okumaktan büyük zevk aldığı bir mütefekkir ve şairimiz, toplam 147 bin lirayla başı çekiyor… Hıfzı Topuz Hoca’nın kitabında yazdıklarına inanamadım, Abdurrahman Dilipak’ın kitabına da baktım; orada da başı çekiyor…
• • •
Yıl 1993…
Nisan ayı itibariyle medya teşvik kredileri dökümü…
Sabah gazetesi, 699 milyar 263 milyon…
Hürriyet gazetesi, 425 milyar 570 milyon…
Milliyet gazetesi, 334 milyar 683 milyon…
Türkiye gazetesi, 229 milyar 646 milyon…
Zaman gazetesi, 49 milyar 551 milyon…
Aynı yıl, ekim ayı… Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığının dağıttığı açıklanan teşvikler:
Milliyet gazetesi, 765 milyar 439 milyon…
Sabah gazetesi, 613 milyar 363 milyon…
Hürriyet gazetesi, 298 milyar 199 milyon…
Türkiye gazetesi, 116 milyar 712 milyon…
• • •
Yıl 1994… Telefonlar susmuyor…
“Aloo, Devletlüm… Bir maruzatım var, efendim…”
“Söyle birader…”
“SSK’ye borcumuz vardı ya…”
“Ne kadar borcunuz vardı?”
“Sekiz buçuk milyar kadar…”
“E onu kapatmadınız mı siz?”
“Kapattık Devletlüm… Fakat şimdi bir söylenti yayıldı… Güya bir yardımlaşma sandığına fahiş fiyatla arsa satmışız… Oradan kapatmışız… Şimdi sandıkçıları yargılıyorlar Devletlüm…”
“Yahu sandık benim sandığım değil mi? Kapattımsa ben kapattım, verdimse ben verdim; sen öyle her şeyi kafana takma birader!”
• • •
Yıl 1995…
“Aloo… Ben size aşığım Hanımefendi…”
“Ay, ne diyorsunuz?”
“Yalnız, biraz teşvike ihtiyacım var…”
“Ne diyorsunuz? Öyle demeyin…”
“Yanlış anlamayın Hanımefendi, dört buçuk trilyon kadar…”
“Ayol, öyle deseniz ya… Ben de başka bir şey var sandım… Hallederiz… Halk Bankası’ndan hallederiz…”
• • •
“Aloo… Sayın Başbakanım…”
“Evet, buyrun…”
“Sayın Başbakanım, şu sansür usulünü koysanız da biz de rahat etsek diyorum…”
“Ben sansür koymam… Fakat sen haddini bileceksin, bunu aşmayacaksın, aşarsan cezanı çekeceksin…”
Tahmin edin bakalım, bu görüşme ne zaman ve kimler arasında oldu?
Hayır, doğru tahmin 2000’li yıllar değil… 1940’lı yıllar… Telefonun bir ucunda gazeteci Ahmet Emin Yalman var, diğer ucunda İsmet İnönü’nün başbakanı Şükrü Saracoğlu…
• • •
Telefonlar susmuyor…
“Aloo…”
“Buyrun, Sayın Hünkârım…”
“Yalnız mısın?”
“…”
“Aloo, yalnız mısın diyorum…”
“…Kapattım abicim… Yani Sayın Hünkârım… Kapı açıktı da…”
“Bak sizin kanalı izliyorum haa! Olmuyor böyle…”
“Şimdi şey edeceğim… Hemen… Şimdi, reklam arasında hallediyorum… Abicim… Sayın Hünkârım… Mıstık hemen bir denge yapar, merak etmeyin… Sizi üzdüğüm için perişanım…”
• • •
Hep diyorum…
AKP hudayinabit değil…
Bu yüzden fena halde aslına benziyor.