Borç refahıyla ayakta kaldılar
Bireysel kredi ve kredi kartı borçlarına ilişkin yapılandırma dönemi başlıyor. Siyaset Bilimci Dr. Ali Rıza Güngen’e göre “Bir borç refahı yaratma üzerine kurulu ana iktisadi bakış değişmediği ve gelir adaletsizlikleri giderilmediği zaman borç yapılandırmaları geçici bir nefes gibi” Güngen, “borç silme”nin tartışılmasını öneriyor.
Havva Gümüşkaya
havvagumuskaya@birgun.netFaizlerin yükselmesiyle başlayan geri ödeme krizi, takibe düşen borçlarda ciddi artışlara neden oldu. Beklenen kriz sonucunda Merkez Bankası ve BDDK'nin aldığı kararlar ile bireysel kredi kartı ve ihtiyaç kredilerinde yapılandırma geldi. Yeni yapılandırma ile borçlar 60 aya kadar vadelendirilebilecek, yapılandırma faizleri ise bugün açıklanacak.
BDDK’nin son verilerine göre yılbaşından bu yana batık kredi kartı borçlarında yüzde 193,2, batık bireysel kredi borçlarında ise yüzde 57,7 oranında artış yaşandı. Yüksek enflasyon, geliri yeterince artmayan vatandaşların borçlarını geri ödemelerini zorlaştırdı. Böyle olunca kredi kartı sığınak olmaya başladı. 37,9 milyon kişinin cebinde bir veya birden fazla kredi kartı bulunuyor. Kişi başına düşen kredi kartı borcu ise 43 bin 127 TL civarında.
Peki, Türkiye nasıl borçlular ülkesine dönüştü? Bunun siyasi arka planında ne var? Daha kapsamlı bir borç yapılandırmasına ihtiyaç var mı? Siyaset Bilimci Dr. Ali Rıza Güngen ile borçlandırma siyaseti üzerine konuştuk. Güngen, “Bir borç refahı yaratma üzerine kurulu ana iktisadi bakış değişmediği ve gelir adaletsizlikleri giderilmediği zaman borç yapılandırmaları görüldüğü üzere geçici bir nefes gibiler” diyor.
Türkiye nasıl borçlular ülkesine dönüştü, bunun siyasi arka planında ne var?
Türkiye’nin borçlular ülkesine dönüşmesinin arkasında iki ana etken bulunabilir. Birincisi ve Türkiye’de daha az tartışılanı, uluslararası kalkınma tartışmasında yüzyıl dönümünde görülen değişiklik ve emekçilerin, kadınların, yoksulların finansal işlemler yapmaları, finansal piyasa oyuncuları haline gelmeleri önündeki engellerin kaldırılması önerileri. Aynı dönemdeki kapsayıcı kalkınma söyleminin bir ayağı haline gelen bu finansal içerilme sürecinin önceden dışlanmışlara yeni olanaklar sunacağı düşünüldü. Türkiye’de resmi stratejiler ve bu tartışmanın bazı çıktılarının devlet katında sistematikleştirilmesi çok sonraya 2010’lara denk düşse de bankalar aracılığıyla krediye hücum dönemi 2000’lerin başında inşa edildi. Bu da ikinci ana etmen. 2001 krizi sonrasında toparlanma aşamasında yüksek sermaye girişleri ara planında başka ülkelere göre yüksek, ancak Türkiye’de 1990’lara nazaran daha düşük faiz ortamında krediye erişim giderek kolaylaştı.
Hem Türkiye’de siyaset yapıcılar hem de uluslararası kalkınma tartışmasının önde gelen aktörleri krediye erişen sıradan insanın bunu aynı zamanda planlama ve bireysel yatırım fırsatları için de kullanacağını savundular. En azından finansal davranışların bu minvalde değiştirilmesi için finansal eğitimi bu sürecin bir parçası olarak ortaya koydular. Fakat burada dikkat ederseniz bir sorun ortaya çıktığında bireye havale etmek gibi bir yaklaşım mevcut. "Krediye daha kolay eriş ve daha fazla yatırım yapan daha fazla gelir elde eden bir birey haline gel" vaazı, bireylerin borcu arttığında sorunun arkasında hatalı kararlar, finansal okuryazarlık eksikliği görmeyi tercih ediyor. Ancak Türkiye gibi ülkelerde doğrudan hanelerin-bireylerin gelir ve reel ücret kayıpları söz konusu olabiliyor.
Türkiye’nin borçlular ülkesine dönüşümünün siyasi arka planında, kalkınma tartışmasında yüzyıl başındaki dönüşüm ve Türkiye’de 2001 sonrasında faturanın bir ekonomik program olarak neoliberalizme değil, bunun bazı uygulayıcılarına kesilmesi yatıyor. Bu nedenle yeni kurumlar ve kapsayıcı büyüme doğrultusundaki uluslararası siyasal tartışma Türkiye’ye 2001 krizi sonrasında AKP hükümetleri aracılığıyla aktarılıyor.
AKP İKTİDARLARI MEYVESİNİ YEDİ
2001 ekonomik krizi sonrasında nasıl bir borçlandırma siyaseti izlendi? ‘Krediye hücum’un yansımaları nasıl oldu?
Borçlandırma Siyaseti kitabımda 2002’den 2010’ların ortasına kadar olan dönemi krediye hücum olarak adlandırdım. Yansımaları 2010’larda belirgin hale geldiği üzere hanelerin daha borçlu hale gelmesi ve faiz oranlarına duyarlılığın artmasıdır.
Krediye hücum dönemi daha borçlu bir toplum yarattı. Türkiye’de 2000’lerin başlarından 2010’ların ortalarına kadar devam eden bu borçlanma süreci aynı zamanda refah yanılsaması da yarattı. 2013’e kadar açık bir şekilde AKP hükümetleri bunun hem meyvesini yediler, hem de bu süreci desteklediler. Sadece çok hızlı kredi genişlemesi dönemlerinde kaygıya kapıldıklarını görüyoruz. Ancak bu tarz episodlar bankaların kredi politikalarına yapılan müdahalelerle savuşturuldu.
Etkilerini ve yansımalarını ancak 2010’ların sonunda gördüğümüz bir değişim dönüşüm süreciydi bu. Ne yazık ki Türkiye’de esasen 2007’de başlamış ve 2018’de nihayete ermiş rejim değişimi sürecinin ayaklarından birisi kılınmış bu refah yanılsamasının yaldızlarını dökemedik. Bir başka yansıma tüketim olanaklarının geçici genişlemesiyle kısa süreli doping alımının mümkün olduğunu AKP hükümetlerinin görmesi, bunun hafızalarının bir parçası haline gelmesidir. Pandemide ve son dönemde bu yaklaşımı tekrar tespit edebildik.
POLİTİK ERİMENİN ÖNÜNE GEÇİLDİ
2001-2013 arasındaki döneminde hanehalkı borçlarının milli gelire oranının hızla arttığı görülüyor ancak 2013 yılından itibaren bu oran gerilemeye başlıyor. Ne değişiyor?
Küresel Güney ülkelerinde de aynı dönemde görülen finansal içerilme adı verilen dönüşüm Türkiye’de miktarsal olarak çok çarpıcı görünmeyebilir, ancak hanelerin borçluluğunda GSYH’nin yüzde 2’si seviyelerinden yüzde 13-14’lere sadece 10 yılda çıkıldı. Bu dönemin ayrıca 2008-2009 haricinde Türkiye’nin tarihsel ortalamalarından az da olsa daha yüksek büyüme kaydettiği yıllar olduğu düşünüldüğünde dönüşümün çarpıcı olduğunu görüyoruz.
2013 sonrasında küresel finansal konjonktür değişti. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu ülkelerde yerel paranın değerini kaybetmeden göreli düşük faiz ortamının korunabilmesi imkânı kalmadı. Bu Türkiye’yi yönetenleri bir yol ağzına getirdi. Türk Lirası’nın değersizleşmesine izin verip, ihracatçıları kamçılayıp yüksek büyüme sağlamak amacıyla görece düşük faiz peşinde mi olacaksınız, yoksa bunun yaratabileceği finansal istikrarsızlığı engellemek için 2000’lere göre yüksek faiz patikasına sapıp düşük büyümeyi sineye mi çekeceksiniz? AKP’nin ve 2018 sonrasında Erdoğan yönetimin yanıtının ilki doğrultusunda olduğunu ancak her ödemeler dengesi krizi ihtimali kuvvetlendiğinde, yüksek sermaye çıkışları ya da dövize hücum gerçekleştiğinde geri adım atıp daha yüksek faize katlandıklarını görüyoruz.
Bu nedenle 2013-15 sonrasında bir hane borç yönetimi ve özel sektör borç cinsi ve miktarının tartışmanın ana unsurları haline geldiğini görüyoruz. Bu yeni ortamda iki unsuru nasıl yönettiler sorusuna bakacak olursak çarpıcı sonuçlarla karşılaşırız. Hane borçları yüksek faiz ortamında milli gelire oranla artmadı. Seçim takvimleriyle ya da pandemi benzeri çöküşlerle irtibatlı biçimde düzenlenen kredi kampanyalarıyla hanelere yeniden borçlanma olanakları sunan iktidar, bu sayede politik desteğinin erimesini yavaşlattı. Devlet bankalarının bu doğrultuda kullanımı da özel olarak çarpıcı, bir yandan bazı hanelerin ve bazı borçlu bireylerin yüksek faiz ortamında sefalete sürüklenmesinin önüne geçebiliyor kredi kampanyaları, öte yandan borçluyu oraya hapsediyor ve farklı türde bir siyasal iktisadi projenin önünü kesiyor.
İkinci unsur da şirketlerin bilhassa reel sektörün borçluluğu. Bu borcun döviz cinsi artışı da yerel paranın değersizleşmesi arka planında durdu. 2018 krizi sonrasında yavaşça tersine döndü. Kamuoyu süper teşvik vb. isimlere takılırken esasında küçük ve orta ölçekli işletmeleri yüzdüren, büyük şirketlere de döviz borçlarını eritme imkânı sunan bir negatif faiz politikasına geçildi. Yükselen ihracatçıların istekleri, KOBİ’lerin arzuları, borç ödeyen büyük şirketlerin talepleri bir potada eritildi. 2016-2022 arasında Türkiye’de çok çarpıcı biçimde emeğin toplam gelirdeki payı azaldı, 2021-23 arasında da reel ücret baskılamasını arzulayan bir politika düzleminde şirketlere yeni fırsatlar sunuldu.
Daha kapsamlı araştırmaların konusu olacaktır, ancak ben iktidar bloku üzerine araştırmalarım ve borçlanma siyaseti üzerine çalışmalarım üzerinden son on yıla dair şu önermede bulunmak istiyorum: Türkiye’de bütün krizlere ve borç ödeme sorunlarına karşın hanelere geçici borç çevirme, borca takla attırma imkânları sunulması AKP yönetimlerine ve 2018 sonrasında Erdoğan yönetimine (rejim değişimi nedeniyle bu adı kullanıyorum) verilen sosyal-politik desteğin erimesini yavaşlattı. Erdoğan yönetimi de salınımlar ve çelişkili uygulamalarla çeşitli sermaye gruplarının organik parçası olduğu iktidar blokunu bir arada tutmayı becerdi.
Kredi kampanyaları ve borç yapılandırmalar seçim dönemlerinde de propaganda aracı oluyor. Ancak son seçimlerde bu kampanyaların çok ilgi görmediğine de tanık olduk. Neden artık ilgi görmüyor?
Bu konuda daha önce parti seçim bildirgelerini taramıştım. Kredi kampanyaları ya da yapılandırmalar 2015’ten bu yana seçim bildirgelerinde kendilerine yer buluyor. 2018 seçimlerinde ekonomik kriz arifesinde ve hanelerin borç çevrime sorunları ağırlaşırken daha ön plana çıkan bu önerilerin 2023’te daha az tartışıldığını gördük. Bunun nedeni Kürtler ve sosyalistler haricindeki muhalif kesimlerin 2023 seçimleri öncesinde kendi aralarındaki pazarlıklara gömülmesi ve Anayasa tadilatını, kapsamlı bir ekonomik çıkış programının önüne yerleştirmesidir.
Borç silme gibi daha radikal önerilerin Türkiye’de muhafazakâr kesimlerde yarattığı adaletsizlik duygusundan çekinilmesinden tutun da pandemi sırasında yapılandırmalar nedeniyle bu tartışmanın geri plana atılmasına kadar çok sayıda etken tespit edilebilir. Bir başka neden de Ortodoks istikrar uygulamaları olarak tarif edilen enflasyonla mücadele programı karşısında ana muhalefetin iktisatçı kadrolarının bir nebze çekimser kalması. Oysa Şimşek programının ana ayağı talep baskılama ve emekçilerin tüketimlerini bir süreliğine kısma. Muhalefet partileri tekrar ancak bu sefer Erdoğan yönetiminin planlarına göre biçimlenmiş değil halkın ihtiyaçlarına cevap veren bir yapılandırma için kampanyalar düzenleyebilirlerdi, halen düzenleyebilirler.
Türkiye’de hanelerin borçları toplamı çok dikkate değer bir seviyede bulunmasa da alt ve orta gelir grupları neye uğradıklarını anlamadıkları bir şaşkınlık içindeler halen. 100 bin TL kredi kartı limiti üzerinden 750 TL Savunma Fonu'na aktarılması karşısında verilen tepki bu kesimlerin borç yönetimi bakımından zorlandığına dair de bir işaret sunuyor.
∗∗∗
BORÇ SİLME TARTIŞILMALI
Bugün bir borç yapılandırma süreci başlarken aslında daha kapsamlı bir borç yapılandırmasına ihtiyaç var mı?
Adil ve eşitlikçi bir ekonomi programının parçası olarak borç silinmesine ve yapılandırmalarına ihtiyaç var. Bir borç refahı yaratma üzerine kurulu ana iktisadi bakış değişmediği ve gelir adaletsizlikleri giderilmediği zaman borç yapılandırmaları görüldüğü üzere geçici bir nefes gibiler. Ancak yine görüldüğü üzere borçluyu kendi konumuna mahkûm etmek, toplumsal özgüçlenmeyi baskılamak gibi olumsuz etkilere kapı açabilirler.
Emekçilerin ücret artışları ve toplumsal harcamaların radikal biçimde artırıldığı, vergi politikalarının değiştiği topyekûn bir dönüşümün parçası olarak ve geniş kesimlerin temsilcilerinin söz sahibi olduğu bir borç silme tartışılmalı. Bunun planları şimdiden ortaya konulmalı.