Bu sistem zincirlerinden kaybedecek başka şeyi olmayanların sayısını hızla arttırmaktadır. Bugün tüm kapitalist ülkelerde nüfusun büyük bir bölümünü emekçiler oluşturmaktadır. Bu büyük kitle aynı zamanda üretilen mal ve hizmetlere yönelik talebin asli sahipleridir. Başka bir ifadeyle emekçilerin tüketiminin de üretime paralele olarak arttırılması sistemin devamı için elzemdir.

Borçlanma ve sefalet

SERDAL BAHÇE

“Ankara’ya bak, ülkenin geneline bak. Kendini toplumda nerede görüyorsun?

Özdemir: Nerede görüyorsun, ezgin halde görüyorsun, ezik halde görüyorsun. Herkese bakıyorsun, tamam Allah …daha çok versin, kimsenin malında, canında gözümüz yoktur. Adam vaktinde çalışmış, etmiş almış. Ama bizler de çalıştık, ama bilmiyorum artık bizim harcamamamızdan mı veya ne bileyim yani…”*

Özdemir bilmiyor, ve anlamlandıramıyor. Özdemir çalışıyorum ama olmuyor diyor. Özdemir diyor ki belki de sorun bizim harcamalarımızdandır, aslında herhalde ayağımızı yorganımıza göre uzatmayı beceremedik demeye getiriyor. Ve böylece yıllar önce Recep Tayyip Erdoğan’ın kredi kartı borcunu ödeyemeyenleri azarlarken kullandığı “Siz de ayağınızı yorganınıza göre uzatın” paylamasını da olumlamış oluyor. Suçu kendinde ve kendisi gibi olanlarda arıyor. Yardım alıyor, alırken gururu inciniyor, işe giriyor, farkında olamadan sigortasız çalıştırılıyor, işten çıkarılıyor ve yoksunluğa itiliyor; ancak suçu kendisinde arıyor. Sabahın köründe kalkıyor, var ise oğlunu veya kızını en yakın devlet okuluna yolluyor, giyiniyor, çıkıyor. Asgari ücretten bir milim fazla ödemeyen bir patronun yanına çalışmaya gidiyor. İşte her türden angaryaya eyvallah diyor, akşamın köründe dönüyor. İşten çıkarıldığında yemin olsun bir tek ama bir tek geçerli mazeret işitmiyor, akraba dost, sen ben bizim oğlan, haksız yere çıkarıldığı işe benzer başka bir işe giriyor. Patron yüzüne gülümsüyor ve utanmazca sigortan yatıyor, hadi gene iyisin, sayemde ekmek yiyorsun diyor ve fakat ne sigortayı yatırıyor, ne de hak hukuk biliyor. Kim kimin sayesinde ekmek yiyor? Özdemir bilmiyor, velakin kurt patron adı gibi biliyor.

Özdemir’in hissettiği gizli suçluluk duygusu aslında ücretli çalışan ve ücretli çalışabilmek için çırpınan her bireyde mevcut artık. Yoksunluk, yoksulluk, işsizlik tüm bunlar modern zamanlarda bireyin utanç duyması gereken durumlar olarak algılanmaya başlandı. Garip bir dünyada yaşıyoruz; Özdemir gibilerinin işten kaytardıklarına, iş disiplinine uymadıklarına ya da iş yerinde yüz kızartıcı suçlar işlediklerine dair bir bilgimiz yok; iş yapmaya engelleri de yok. Üstelik Türkiye İşçi Sınıfı’nın örgütsüzlüğü ve moralsizliği dikkate alındığında pek çoğu sermayeyi hoşnut edecek kadar uyumlular. Ve hatta işverenle uyuşmazlıklarına mümkünse sendikaları veya “bozguncu” sol örgütlenmeleri karıştırmamaya da özen gösteriyorlar. Eyleme katılmıyorlar, iş durdurmaya gitmiyorlar, örgütlenme çalışması yapmıyorlar ve öyle pek yüksek zam da istemiyorlar. Hatta işyerinin kapısında türdeşlerinden milyonlarcası beklerken zam bile istemiyorlar. Tevekkül içinde ne verilirse onu alıp aynı düzeyde sömürülmeye devam ediyorlar. Tevekkül içinde sermayenin attığı her kazığı sineye çekiyorlar, kim bilir bu da bizim sınavımızmış diyorlar. Tevekkül içinde sermaye ve iktidar sahiplerine yakın durmaya gayret gösteriyorlar. Tevekkül içine AKP ilçe teşkilatlarına gidip gönüllü çalışıyorlar. Kısacası giderek pragmatist bir yaşam çizgisi benimsiyorlar ve sınıf kardeşlerini “kardeş” değil “rakip” olarak gösteren karikatürize bir ideolojiye teslim oluyorlar. Hem kadere hem de ideolojiye ve hatta yoksulluğa, yoksunluğa, ha keza vicdan sahibi yüzsüz zenginlerin iyi niyetine teslim oluyorlar. Ancak yine işten atılıyorlar, yine güvensiz ve korunaksız bir yaşam sürüyorlar. Ve suçu kendilerinde arıyorlar.
Başka yerlerde de söyledik; doğallaştırma aynı zamanda tanrısallaştırmadır. Gelir dağılımının bozulması, yoksulluk ve yoksunluk ve bunlara bağlı olarak gırtlağa kadar çıkmış borç içinde yaşamak artık doğallaştırılmış ve bir o kadar da tanrı takdiri olarak algılanmaya başlanmıştır. Oysa tüm bu süreçler birbiriyle bağlantılıdır ve hepsi birden tek bir dinamik tarafından yaratılmaktadır; sermaye birikiminin mutlak egemenliği.

Gelir dağılımındaki bozulma geçici bir fenomen değildir, kaza sonucu ortaya çıkmış kısa süreli bir çöküntü de değildir. Gelir dağılımındaki bozulma sistemik bir zorunluluktur. Öncelikle bugün kapitalist alemde kapitalist devletler arası rekabet, sermaye grupları arasındaki rekabet ve hatta bölgeler arasındaki rekabette işlevsel olarak kullanılacak pek bir araç kalmamıştır, sermayenin her sıkıştığında başvurduğu emek maliyetlerini düşürme stratejisi dışında. Sermayenin kısa dönemli ufku tüm dünyaya hâkim hale geldiği için uzun dönemde, biraz meşakkatli bir bekleme sürecinin sonunda olanaklı hale gelecek olanakların ortaya çıkmasını beklemeyi anlamsızlaştırmaktadır. Örneğin üretimin ve ekonomik aktivitelerin ritmini ve emek verimliliğini hızla arttıracak teknolojik dönüşümler hem maliyetli hem de sonuçları tedrici bir şekilde ortaya çıkacak olanaklar sağlamaktadır, oysa sermayedarın bunu bekleyecek sabrı ve metaneti yoktur. Keza devletler açısından kur ile faiz hadleri ile oynamanın ve hatta sermayeyi altı okka yedi takke kayıran vergi indirimlerinin ve yasal düzenlemelerin de sonuna gelinmiştir (bürokratların haklı olarak ne istedilerse verdik daha ne istiyorlar yakınmaları artık ayyuka çıkmıştır). Kısa vadede dönüp dolaşıp aynı lanetli araca geri gelmektedirler; emek maliyetlerini düşük tutmak. Bu arada sermaye için artık uzun dönem yoktur, sermaye için yaşam bugündür, en fazla yarındır. Sermayenin ufku daraldıkça devletlerin ve toplumların da ufku daralmakta ve herhangi bir uzun dönemli reform veya düzeltme çabasına izin veremeyecek bir sistem peydahlanmaktadır. Üstelik uzun dönem kalmayınca tüm gelecek kısa dönemlerin toplamı olmakta ve sermayenin emeğin gelirlerini düşük tutma çabası süreklileşmektedir. Bu sebeple gelir dağılımı bozulmaya devam etmektedir.

Ancak kaçınılmaz ve çözülemez bir sorun ortada durmaktadır. Sistem Özdemirlerin, zincirlerinden kaybedecek başka şeyi olmayanların sayısını hızla arttırmaktadır. Bugün gelişkin ya da gelişmemiş tüm kapitalist ülkelerde nüfusun büyük bir bölümünü emekçiler oluşturmaktadır. Bu sermaye için bir çözümsüzlük yaratmaktadır. Bu büyük kitle aynı zamanda üretilen mal ve hizmetlere yönelik talebin asli sahipleridir. Başka bir ifadeyle emekçilerin tüketiminin de üretime paralele olarak arttırılması sistemin devamı için elzemdir. Oysa uygulanan sermaye yanlısı politikalar emekçilerin ücretlerini baskı altında tutmak amacını taşımaktadırlar. Dolayısıyla bir taraftan ücretlerin düşük tutulması gerekmektedir, diğer taraftan ücretlerin sürekli artan mal ve hizmet üretimini karşılayacak kader talebi finanse edebilmesi için yükseltilmesi gerekmektedir. İşte çözülemez bir muamma. Nitekim kısa vadede ücretlerin düşük tutulması tercih edilen seçenek haline gelmiştir. Ancak bu durumda emekçi ailelerin genişleyen tüketim sepetleri nasıl finanse edilecektir?
Ücretlerin düşük tutulması kuşkusuz gelir dağılımını emekçiler aleyhine bozmaktadır. Ancak hem yoksunluk hem de sefalet aslında tahterevallinin sadece bir ucunda yaşanmaktadır, diğer ucundaysa utanmazca dışa vurulan bir zenginleşme ve görgüsüzce yaşanan bir sefahat vardır. Gelir ve servet dağılımındaki bozulma böylece iki dünya yaratmaktadır. Utanmaz zenginler ve görgüsüz sefihlerin elinde biriken gelir ve servet bir süre sonra kaçınılmaz bir şekilde üretime gerçekten girmeden ve sadece durduğu yerde durmakla para kazanan ve toplumsal zenginliğin giderek daha büyük bir bölümüne el koyan ve finans sermaye sahiplerinden oluşan mutlu bir azınlık yarattı. Bu kesim zenginleştikçe alttakiler ve emekçiler yoksullaştı. Emekçilerin durağan ücretlerine inat yükselen zorunlu tüketimlerini finanse edebilmeleri için borçlandırılmaları gerekiyordu ve servet/mülk sahiplerinin ellerindeki zenginliğin bir bölümü banka/finans kesimi aracılığıyla emekçilere borç olarak akamaya başladı. Böylece emekçiler üretim sürecinin sonucu olarak zenginleştirdikleri ve semirttikleri sınıfları bir de borç faizi ödeyerek zenginleştirmeye devam ettiler.

Ancak düşük ücret ve gelir seviyeleri sistemin genişlettiği tüketim sepetini karşılamaya yetmiyordu ve hatta borçlanma emekçilerin bütçeleri üzerinde yeni bir yük oluşturmuştu. Böylece borçlandıkça daha fazla borçlanma gereğiyle karşı karşıya kaldılar. Bu durum emekçi ve çalışan sınıfların yoksunluklarını ve yoksulluğunu derinleştirdi. Derinleşen yoksulluk ve yoksunluk emekçileri fiziksel ve ekonomik olarak çökertmenin yanında moral olarak da yıpratmaya başladı. Çalışmalarına rağmen devlet yardımlarına muhtaç hale geldiler. Yardıma muhtaç olma durumu aslında dünyamızı yaratma kudretine sahip sınıfı özsaygı yitimine itti; Özdemir bunu teyit etmektedir.

Şimdi anlıyoruz ki, zenginleşme, yoksullaşma, yardımlara muhtaç hale gelme, şatafatlı yaşam, sefalet içinde yaşam; tüm bunlar aynı hikâyenin paçalarıdır. Özdemir ve sınıf arkadaşları sürekli hikâyenin yarısını deneyimliyorlar, diğer yarısını ise sadece seziyorlar, ancak görmüyorlar. Görecekleri günler gelecektir. Gördüklerinde ise…

*Denizcan Kutlu’nun doktora tezi için yaptığı görüşmelerden. Görüşmelerden bazılarının dökümleri Denizcan Kutlu’nun editörlüğünü yaptığı Sosyal Yardım Alanlar: Emek Geçim, Siyaset ve Toplumsal Cinsiyet (İletişim, 2018) başlıklı kitabın son bölümünde verilmiştir.