Nadia'nın şair olduğunu bilmiyordum. Yıllardır bipolar ile savaştığını da. “Bu dünya onun gelgitlerle dolu hassas kalbine ağır geldi” diyerek açıklıyordu Nadia'nın ölümünü. Gözlerini onu dinlemekte olan bütün üzgün yüzlerin üzerinde vakur bir ifadeyle gezdirdi. “Ama kendisinin seçtiği ölümünden suçluluk duymamalı kimse.”

Boşluk

SEMİHA DURAK

Artık hayatta olmayan bir kadının gülümseyen fotoğrafları kadar hüzün veren bir şey yok sanırım. Nadia’nın karşımda duran fotoğrafına bakarken aklımdan geçen buydu. Tabutunun biraz ilerisindeki masanın üzerinden sanki hiçbir şey olmamış gibi hepimize gülümsüyordu.

Omuzları sarsılarak ağlıyordu eski kocası. Daha önce hiçbir erkeği böyle ağlarken görmemiştim. Boğuk boğuk çıkıyordu hıçkırıkları. Salonda bulunan herkes adına ağlıyordu sanki. Neden bu kadar ağladığını anlamasak da -eski kocasıydı sonuçta- hepimiz aramızda sessiz bir anlaşma yapmış, hakkımızı ona vermiştik. Nadia'yı unutamamış, diyorduk içimizden. Oğullarının doğumundan hemen sonra ayrıldıklarını biliyordum. Bu ülkeye geldiğim yıldı, Nadiaların sokağına daha yeni taşınmıştım. Hesapladım, tam 13 yıl olmuş. Unutmak için yeterli bir zaman değil miydi?

“Çok iyi arkadaştılar” dedi, yanımdaki yaşlı kadın, hafifçe yaklaşarak. Yüzümde beliren soru işaretini okumuş olacak, hemen kendini tanıttı.

“Nadia’nın teyzesiyim. Siz nereden tanıyordunuz?”

“Komşumdu.”

Gözleri kocaman açıldı yaşlı kadının. “Yoksa siz miydiniz onu bulan?”

Neyse ki değildim, iyi ki ben değildim, diye geçirdim aklımdan. Yine de hayal gücüm elinden geleni yapıyordu. Kafamda oldukça gerçekçi bir görüntüyle canlanan kanlar içindeki Nadia'yı göz kapaklarımın saniyelik hareketiyle uzaklaştırdım. Derin bir nefes aldım yaşlı kadını yanıtlamadan önce.

“Juliette buldu. Bakın şurada, Nadia’nın oğlunun arkasındaki sarışın kadın. O girmiş eve, Nadia’dan ses gelmeyince…”

“Şansınız varmış” dedi Nadia’nın teyzesi. “İnsan nasıl dayanır onu öyle görmeye?”

Dönüp tekrar Juliette’e baktım. Mermer bir heykeli andırıyordu yüzü. Kırmızı kurdelelerle hediye paketi gibi sarmalanmış olan tabuta doğru bakıyor, Nadia’yı en son gördüğü anı düşünüyordu belki.

Juliette ile yıllardır aynı sokakta oturmamıza rağmen uzak bir iki gülüşten öteye gidememişti komşuluğumuz. Irkçı biri olmadığını biliyordum. Ama Ortadoğulu bir göçmenle ortak bir şey bulamayacağına inandığını, bu yüzden benimle yakınlık kurmadığını düşünüyordum. Olması gereken zaten buymuş, normalmiş gibi geliyordu bana da. Heykeltıraş olduğunu duymuştum. Belki biraz da bu yüzden oldukça ‘cool’ buluyordum onu. Dışarıdan pek renkli görünen hayatını merak ediyordum ama Nadia’nın da dahil olduğu ‘elit’ gruplarına giremeyeceğimi biliyordum. Hepimiz doğduğumuz yere göre biçilen basmakalıp yargılar, klişeler ve önceden hazırlanmış etiketlerle bizim için seçilen kutucukların, kategorilerin, sınıfların içinde sürdürüyorduk varlığımızı. O kutucukların içinden bakıyor, yargılıyorduk birbirimizi.

Benim uzaktan hayranlığımın aksine hiçbirinin benim hayatımı merak etmediğinden emindim. Kafalarında çizili şablonda üçüncü dünya ülkesinin birinden çıkıp gelmiş göçmen kimliğimle hikayem zaten belliydi. Sosyoloji kitaplarında çokça sözü edilen ötekilerden biriydim ben de. Aşağılayan bir tavır değildi; mesafeli duruyorlardı sadece. Merhamet duymak ve görmezden gelmek arasında bir yer belirlemişlerdi kendilerine. Bilmem, belki de haklılardı, bakınca beni görmemekte. Belki de yoktum, yok oluyorduk doğduğumuz yerleri bırakıp o sınır kapısından çıkıp gittiğimizde. Geride kalıyordu kimliklerimiz. Üzerinde nefes alıp vermekten vazgeçtiğimiz ya da vazgeçmek zorunda kaldığımız coğrafyanın sınırları içinde kalıyordu bize ait olan her şey. Siyah beyaz fotoğraflara dönüşüyordu yanımızda getirdiğimizi sandığımız anılarımız.

“Sınırlar tarihin yara izleridir” diye okumuştum yıllar önce bir yerlerde. Herkesin aynı gökyüzünün altında olduğunu bilmek iyileştirmiyordu yaralarımızı. Toprağından kopunca kökleri hissizleşmiş, bu yüzden de hiçbir yere ait olamamanın acısını bile duyamayan parçacıklar gibiydik. Boşluk gibi bir şeye dönüşmüştü acı. Biz de o boşlukta sallanan birer siluetten başka bir şey değildik.

Kendimiz değil, gölgemizdi o sınırdan geçip gelen çünkü. Geride kalan kendiyle bir gün yeniden kucaklaşmayı bekliyordu o gölge. Kendimizi ararken geçip gidiyordu zaman. Sonunda birbirini tanıyamayacak kadar değişmiş oluyordu kendimiz de, gölgemiz de...

Nadia’nın öldüğü gece, onun ölümü dışında, hiç beklemediğim bir şey daha oldu. Sokaktan gelen ambulans seslerini şehir hayatının bir parçası saydığımdan önemsememiştim. Siren sesleri uzaklaşmaya başladığında kapım çalındı. Kapıyı açtığımda karşımda Juliette’i görünce şaşırdım. Bunca yıldır ilk kez kapımı çalıyordu. “Nadia” dedi buruk bir sesle ve aynı anda kollarıma atıldı. Sanki onun en iyi arkadaşıymışım ya da kardeşiymişim gibi sımsıkı sarıldı bana. Konuşmasak da neler olduğunu, siren seslerinin Nadia’yı alıp götürdüğünü anlamıştım. Evimin girişindeki eşikte birbirimize kenetlenip diğer komşular yanımıza gelene kadar ağlamıştık.

Bu sabah mezarlığın girişinde karşılaştığımızda ise eskiden olduğu gibi yine uzaktan selamladı beni. Arkadaşlığımız o gecede, o eşikte kalmıştı. Asırlık mezar taşlarının arasında mesafeli yürümüş, mezarlığın bir köşesine inşa edilmiş krematoryumun salonunda birbirimize uzak oturmuştuk. Zaten ne beklemiştim bilmiyorum. Eşiklerden ötesi kutucuklar, şablonlar ve kategorilerdi. Ölünce bile bitmiyordu bu hikâye. Yine böyle tabutların, mezarların yani kutuların içine sokuyorlardı bizi.

Tabuttan bir an bile gözlerini ayırmıyordu eski koca. Salona girdiğimden beri ağlıyordu. Yanında onunla birlikte ayakta duran oğluna baktım. Omuzlarına dek uzanan siyah saçlarıyla oynuyordu. Arada eğilip ondan daha kısa boylu olan babasının omuzlarına koyuyordu başını. Babanın sarsılan omuzlarıyla birlikte oğlanın başı da sarsılıyordu.

Boynunda değişik dinlere ait semboller işlenmiş mor bir şal taşıyan kadın kürsüye yaklaşınca sustu eski koca. Elleriyle gözlerini sildi, oğlunun omzuna şefkatle dokundu. Oğlan başını kaldırıp acının gölgelediği çocuk yüzünü kadına çevirdi. Derin bir sessizliğin ardından bizi kendine hayran bırakan lirik sesiyle, Nadia’dan ve onun şiir kitaplarından bahsetti mor şallı kadın. Nadia'nın şair olduğunu bilmiyordum. Yıllardır bipolar ile savaştığını da. “Bu dünya onun gelgitlerle dolu hassas kalbine ağır geldi” diyerek açıklıyordu Nadia'nın ölümünü. Gözlerini onu dinlemekte olan bütün üzgün yüzlerin üzerinde vakur bir ifadeyle gezdirdi. “Ama kendisinin seçtiği ölümünden suçluluk duymamalı kimse.” Bundan emin olmamızı ister gibi bakıyordu bize. Arkasındaki tabuta doğru yavaşça döndü. "Sevgili Nadia, burada bulunan herkesin hayatına usulca dokundun ve geçip gittin bu dünyadan."

Gözyaşlarıma engel olamıyordum. Aynı mahallede yaşarken böylesine uzak olduğumuz ve birbirimizi bu kadar yalnız bıraktığımız için suçlu değil miydik gerçekten de?

Kadın kürsüden uzaklaşırken sanki her şey bir tiyatroymuş ve oyunun sonu gelmiş gibi, kırmızı kadifeden bir perde sahnenin iki yanından yerleri süpürerek geldi; Nadia’nın tabutunu sahne arkasında bırakarak ağır ağır kapandı yüzümüze. Birazdan kül olup gidecekti Nadia. Biz perdenin öbür yanında, bir kutbun diğer ucunda kalanlardık.

Yabancı olduğum bir ülkede, o ölene dek hakkında hiçbir şey bilmediğim komşumun cenazesinde, hayatımda ilk kez geldiğim bir krematoryumun içinde karanlık bir kuyudaymışım gibi hissettim o an. Bir varmış bir yokmuş hayatların, kayıp giden hikâyelerin ağırlığı çöktü omuzlarıma. Birbirinden habersiz, yapayalnız ruhlar olarak gri ve soğuk binalar arasında salınıp duruyorduk. Bütün yaptığımız sadece buydu işte. Bu yalnız ve karanlık boşluğun içinden hiç çıkamayacağımı düşünürken burnuma gelen tanıdık bir koku yatıştırdı beni. Cenazeye gelirken karşıma çıkan Türk pastanesinde görünce dayanamayıp aldığım ıspanaklı böreğin kokusuydu bu. İçinde saklı anne kokusunu yanına alıp paketinden süzülmüş, tam zamanında konuvermişti burnuma. Sanki annem çok uzaklardan uzanmış, şefkatle dokunmuştu omzuma.

Omzuma gerçekten biri dokunuyormuş meğer. Başımı çevirip baktım; Juliette’in eliydi omzumdaki.

“İşin yoksa çay içelim mi?” diyordu bana. İkinci kez söylediğinde anladım.

“Olur” dedim şaşkınlığımı gizlemeye çalışarak: “Ben de Türk böreği almıştım buraya gelirken.”

Yüzü ışıldadı. “Gerçekten mi? Bayılırım Türk yemeklerine.”

Juliette’in yanında krematoryumun kapısından çıkarken arkama döndüm ve Nadia’nın fotoğrafına son bir kez daha baktım. Giderken ardında bıraktığı boşluğa, o boşluktaki bana gülümsüyordu.