“Sokak köpekleri gibiyiz” dedi, “kırılgan ama dayanıklı…” Kuşku ve suçluluk duygusundan uzak, tutkulu bir hayat sürüyor olmamızın nedenleri üzerine konuşuyorduk. Ben bu “kendine acıma” meselesine takılmıştım çok, sanki bütün sistem ve kültür, tek tek insanların kendine acıyarak yaşamasını sağlamak üzerine kuruluydu. Dinlediğimiz şarkılardan, okuduğumuz şiir ya da romanlara, geniş mi geniş bir “kendine acıma” külliyatı vardı ve bu külliyat, biriktirip biriktirip patlamayı öğütlüyordu, dışarı ya da içeri. Bir yandan, yaşanan zorluklara ve acılara dayanmayı estetize edip kolaylaştırıyordu belki ama yaratıcılığı da öldürüyordu.

Şikâyet etmeyi siyaset, sadece yanlışları görmeyi eleştirel bakış olarak dayatan bu kuşatılmışlık, çok derinlere işleyen bir bunaltıya neden oluyordu. Otobüslerde, vapurlarda boş gözlerle birbirine bakan insanlar görmenin, yüreğime korku saldığından bahsettim ona. Distopik korkumdu bu; öfke ya da sevgi, herhangi bir duyguya sahip olmayan, içleri boşalmış insanlar.

Boşlukta bir ülke… Hiçbir şeyin yerli yerine oturmadığı, her şeyin havada asılı kaldığı. Eskiden acı acıya benziyordu, öfke öfkeye, hüzün hüzne, şimdi sadece içinde büyüyen bir dehşet duygusu… Bazen bunun geçici bir durum olduğunu, alttan alta kimsenin göremediği bir değişimin yaşandığını hissediyordum. Beklenmedik bir anda her şey süratle yerini başka bir şeye bırakacakmış, hayat tepetaklak olacakmış gibi bir his. Çizgi film kahramanlarından örnek verdi o da, “Hani bir şeyden koşarak kaçıyorlardır ve yol biter, uçurumu geçmiş ve boşlukta koşmaya devam ediyorlardır. Sonra birden yolun bittiğini fark edip aşağıya bakmalarıyla düşmeleri bir olur ya, öyle bir şey.”

Peki, biz neden aşağıya, durmaksızın aşağıya baktığımız halde düşmüyorduk. “Kendimize acımadığımız için” dedi, “acısak, hızla aşağıya düşer, parçalarımızı bile bulamazlardı.” “Belki de çoktan düştük” dedim, “biz de o çizgi film kahramanlarının yaşadığı durumun tam tersini yaşıyoruzdur, düştüğümüz halde, hâlâ havadaymış gibi…” Bizim bu saçma diyaloglarımızı dinleyen, hüznün dibindeyken kahkahalarla kendimizi dışarı atttığımızı gören biri, deli olduğumuzu düşünebilirdi.

“The Lobster” filminden konuştuk, ormandaki o sahne geldi aklımıza. Colin Farrel taklidi yaptım, ağacın dibinde ağır çekimde eliyle kulağını kapatışını, o da Rachel Weisz gibi elini alnına götürdü ve o tuhaf olduğu kadar büyülü hareketleri yaptı. Yağmurdan kaçıp sığındığımız kafedekilere iyi eğlence olmuştuk, biz o hareketleri yaptıkça gülüyorlardı. Film ve gündelik hayat gerçekliği arasındaki fark. Filmi izlerken gülmemişlerdi muhtemelen. Çok ciddi, iç karartıcı şeyler konuşurken insanları kendimize güldürecek bir şeyler bulabiliyorduk. Sonra aklımıza Denis Côté’nin “Curling” filmi geldi, hani her şeyden korkan bir adamın on iki yaşındaki kızını evden çıkarmayışını anlatan film. İnsanlardan uzak ve katı kurallarla çevreli o hayatın içinde kızının nasıl içten içe öldüğünü göremeyen babanın yaşattığı dehşet duygusu. Muhafazakâr biriydi adam ve kızı için en doğrusunu yaptığını düşünüyordu. Ormanın içindeki evinin az ilerisinde insanların öldürülüp cesetlerin atıldığı bir yerde, kızını dış tehlikelerden koruduğunu sanıyordu. İşe gittiği zamanlar, kızının gidip o cesetlerin yanına uzandığından, onlar gibi saatlerce hareketsiz yattığından habersizdi. Edebiyat, sinema, yavaş yavaş içine girdiğimiz bu distopik gelecekten bizi haberdar ediyordu, o küçük dünyalarımıza korkuyla sıkışıp kendimize acıyarak boğulduğumuz ya da tüketerek kendimizi unuttuğumuz dünyayı. Bir yandan, herkes evlerinde televizyonlarının karşısında, insanların öldürülüşünü, barış isteyenlerin nasıl linç edildiklerini izliyorlardı. Kıyılara cesetler vururken, denize bakıp hayal kurmak, mümkün müydü artık? Marguerite Duras’ın bir öyküsünden ezberlediği bir cümleyi fısıldadı: “Uzakta, kumsallarda, bitmekte olan siyahlığın içinde martılar haykıracaklardı…”

Psikolojideki “dikey yarılma” durumundan bahsettim ona, sokakta cinsel tacizde bulunup, tacizcilere ölüm diye kendini paralayanların ruh halinden. Benliği dikey olarak yarılmış böyle birisinin, tacizci yanıyla diğer yanının birbirinden habersiz nasıl yaşayabildiğinden. “En büyük bölücüler, vatan bölünmez diye yırtınanlar; en büyük özgürlükçüler, özgürce düşünemeyenler; en büyük âşıklar, gerçekte aşka inanmayanlar” diyerek el çırpmaya başlayınca, kafenin sahibi, bizi dışarıya, yağmura davet etti, gürültü yaptığımız için. Alışkındık kovulmaya. Sokak köpekleri gibiydik, kırılgan ama dayanıklı… İnsanları bir arada tutan asıl şey, esrarengizliklerdir, zorunluluklar ya da kurallar değil. Bu hayattaki en esrarengiz şey de sevgiydi. Böyle demişti, insanların birbirlerinden korkup nefret etmesiyle azalan hayatı göstererek. Aşağıya bakıyorduk ve başımız dönüyordu, boşlukta asılı kalmış bu ülkede.