Londra’nın Kuzey hattı üzerindeki Embankment metro istasyonunda bir kadın istasyon çalışanlarına üzgün ve hayal kırıklığına uğramış bir ifadeyle yaklaşır. “Sese ne oldu? Ses nereye gitti?” diye sorar. İstasyon görevlileri kadının ne demek istediğini anlamazlar. “Ses” diye tekrar eder kadın. “Mind the Gap diyen adamın sesine ne oldu?”

Boşluktaki ses

SEMİHA BİÇER

‘Mind the Gap’ geçen yıllar içerisinde Londra metrosunu tanımlayan, hatta sloganı haline dönüşmüş, markalaşmış bir deyim. İstanbul vapurlarındaki ‘iskele verilmeden atlamak tehlikeli ve yasaktır’ uyarısıyla aynı mantığa sahip bir anonstur da aynı zamanda. İstasyonlardaki yolcuları “Boşluğa dikkat edin” diye uyaran ama tonundaki monotonluktan dolayı bazılarına sinir bozucu gelebilen, çokça taklidi yapılan bir sestir. Bizi boşluklardan koruyup kollama amacında olsa da tonunda anne sıcaklığı barındırmayan hiç tanımadığımız bir ses.

‘Boşluklar’ o günkü halet-i ruhiyenize göre her gün başka başka anlamlara bürünebilir ve her gün istediğiniz anlamı çıkarabilirsiniz bu anonslardan. Gitmek istediğiniz yere tam da yaklaşmışken bir anlık boşluğa düşmeyin diyor olabilir mesela. İstasyon boşlukları başka bir hemcinsimi, en etkileyici roman karakterlerinden birini hatırlatmıştır bana. Tolstoy’un Anna Karenina’sını. Belki de aynı Anna Karenina gibi aşk yüzünden sevgilisi dâhil herkes tarafından yalnızlaştırılmış ötekileştirilmiş kadınlara tam da sınırındayken bir şeylerin “boşluğa dikkat’ diye sesleniyordur boşluktaki bir ses.

Güne başlarken okuduğum, içinden trenler ve aşkın geçtiği bir Londra hikâyesi, Avrupa Birliği’nden ‘kesin’ olarak çıktığımız ve belirsizliklerle dolu bir dönemin başladığı 31 Ocak sabahı ister istemez kapıldığım boşluk duygusundan beni bir süreliğine de olsa duygu yüklü bir yolculuğa çıkardı. Bu sabah uyandığım bu boşlukta yalnız olduğumu sanmıyorum. Belirsizlikler ve korkulardır insanı boşluğa düşüren ve bugün dünyaya ikisi de hâkim olmuş durumda.

İşe giderken ve dönerken her gün inip bindiğim, ‘benim’ istasyonum Embankment’ta geçen bir hikâye olduğundan sanırım ilgimi çekti bu Londra hikâyesi. Henüz tam olarak açılmamış gözlerimle yarı uykulu okumaya başladım Embankment’ın sesini, onun hikâyesini...

Embankment henüz ‘benim’ istasyonum değilken 2012 yılında yaşanmış gerçek bir hikâyeydi bu. Londra’nın Kuzey hattı üzerindeki Embankment metro istasyonunda bir kadın istasyon çalışanlarına üzgün ve hayal kırıklığına uğramış bir ifadeyle yaklaşır. “Sese ne oldu? Ses nereye gitti?” diye sorar. İstasyon görevlileri kadının ne demek istediğini anlamazlar. “Ses” diye tekrar eder kadın. “Mind the Gap diyen adamın sesine ne oldu?” İstasyon görevlileri değişen teknolojiyle bütün anonsların yenilendiğini ve güncellendiğini anlatırlar. “Ama anonslar yine var, sen merak etme” derler kadına…”Yeni ve daha dijital sistemle hazırlanmış yepyeni seslerle yapılıyor anonslar. ”Ah” der kadın. “Ama o ses benim kocamdı”.

Okuduğum hikâyeyi anlatan kişi, kadının Margaret McCollum adında bir doktor, kocasının da Oswald Laurence adında bir oyuncu olduğunu belirtiyor. Her gün bindiğim kuzey hattı trenlerinin tüm anonslarını da vaktiyle Oswald yapmış meğer. Ne yazık ki 2007 yılında Margaret’in hayatında koca bir boşluk bırakarak gitmiş bu dünyadan. Oswald’in ölümünden sonra Margaret onu çok özlediği zamanlarda Embankment istasyonunda oturup defalarca bu anonsu dinlermiş. Ta ki 2012 yılına kadar. Oswald’in sesini dijital bir ses alana dek...

Fakat işte hikâyedeki sihir, şehirlerin tüm mekanikliğine karşın insanda hâlâ var olan ve insanı canlı kılan hiç bitmeyen aşkın büyüsü işte burada başlıyor.
Margaret’in hikâyesini duyan Embankment çalışanları bu hikayeden öyle etkilenirler ki istasyonda adeta bir seferberlik ilan edilir. Tüm eski kayıtları araştırıp bulurlar ve Oswald’ın sesinin bir kopyasını CD’ye kaydederek Margaret’a gönderirler. Ama asıl büyük sürpriz Margaret bir gün yine Embankment istasyonuna gittiğinde olur. Trene tam binmek üzereyken “Mind the gap” der yıllardır göremediği aşkı Oswald; ”Boşluğa dikkat et. Ben buradayım.”