Faytonu savunanlar İslam Peygamberi’nin bu dünyayı terk edip göklere çıkarken bindiği hayvanın hangisi olduğunu hatırlasalar bari

‘Boyunlarına takı bağlayın fakat kiriş bağlamayın’

“Sadece İstanbul Adalar’da; her yıl 400’den fazla at, fayton kazaları, bakımsızlık, kötü muamele, uygunsuz yaşam koşulları, sakatlanmalar ve mezbahaya gönderilmeleri sonucunda acı çekerek yaşamını yitiriyor. Birçoğu fayton kazalarında ölümcül darbelerle kıvranarak son nefesini verirken, bazıları da bakımı külfetli geldiğinden, kışın ormana terk edilerek bakımsızlıktan can veriyor.

Bir at, ortalama 25 sene yaşayabiliyorken, faytona koşulan atlar çok ağır bir sömürü sistemine maruz kaldıkları için ancak 2 yıl yaşayabiliyorlar. Sonu hep aynı olan ağrılı ve acılı bir ölüme mahkûm ediliyorlar. Doğal olmayan bir şekilde yaşamını yitiren, ölürken bile paraya dönüştürülen atların yerine, tıpkı köle pazarında olduğu gibi başka atlar getiriliyor.”

Change.org’dan mail kutuma düşen mesajdan aldım bu bilgileri. Kısaca durumun ne kadar vahim olduğunu özetlemişler. Gözümüzün önünde işkence yapılan atlar var, bir avuç hayvan hakları savunucusunun dışında kılı kıpırdamıyor kimsenin. Bir an önce şu atlı fayton denen belanın sonlandırılması gerekiyor.

Elbette faytonculuktan geçimini sağlayanlara bir alternatif yaratılmalıdır, çünkü atların dramına kayıtsız kalmayanlar, “emek/emekçi düşmanı” değiller nihayetinde. Ama bu tür bir “vahşet”e ekmek parası gerekçesiyle de göz yumulmamalı. O hayvanlar acı çekiyor, bu kadar net.

Madem artık günümüzde din, iman konuşuluyor bolca, (çünkü birilerinin kafası başka türlü basmıyor) hayvan hakları savunucularına, dolayısıyla atların dramına duyarlı olanlara karşı çıkanlar şu hadisi bari kendilerine kılavuz yapsınlar: “Allah yolunda at besleyin, alınlarından ve arkalarından okşayın. Boyunlarına takı bağlayın fakat kiriş bağlamayın.” (Nesai, Hayl 3,). Hayır, madem tüm hayatınızı din yönlendiriyor, madem size göre “sıradan insan”dan kaynaklanan itirazlara aldırış etmiyorsunuz, buyrun size hadis, yönlenin o zaman. İslamın Peygamberi bu dünyayı terk edip göklere çıkarken bindiği bir at değil miydi kardeşim? Burak’tır o atın adı.

Kırılgan hayvandır at

At güçlüdür ama çok kırılgan, nazik tarafları da vardır. Tuz ihtiyacı insanınkinden beş kattır, örneğin. Basit bir mide ağrısı doğanın bu en güzel hayvanını anında yere serebilir. Kolik denen bu rahatsızlık, ki insanoğlu/kızında da vardır, atlarda tüm diğer rahatsızlıklardan daha ölümcüldür. Midelerinin asla ama asla boş kalmaması lazım, cüsselerine oranla küçücük mideleri vardır çünkü. O nedenle her saniye bir şey yerken görürsünüz onları (tabii, doğal ortamında görme şansınız olursa).

Mideleri hassastır ama ağaç kabuğu da yerler, meyve, sert kabuklu yemiş, yaprak falan da. Tuhaf bir sindirim sistemleri vardır, nefes alıp vermeleriyle yemek yemeleri bir anda olduğundan hiç ama hiç kusmazlar. Arabaya koşulmaktan daha yararlı işler yapmışlardır atlar. Su bulmada üstlerine yoktur örneğin, eski toplumlarda su kaynaklarını, sezgileri güçlü olduğu için atların yardımıyla bulurlardı.

At budur yani. Onu arabaya koşup, eğlence aracı haline getirmek affedilmez bir suç. Artık şu fayton zulmüne bir son verilmeli.

Mürekkep yalayanlar da zalim

İnsan sadece kendi türüne değil her canlıya düşmanlık duyan tuhaf bir yaratık. Aklı başında kimi tiplerde de hayvan düşmanlığına rastlanır ki pek bir fena bu. Kızgınlık anında bir köpek yavrusunu kuyuya fırlatan filozof Speusippos’u da unutmayalım. Turgenyev de hayvanseverlerden bilinir (ki asla doğru değildir bu), ama gerçekten seviyorsa bu sevgisi avlanmasına engel değildi. Yakın dostlarından Aksakov’a yazdığı mektubunda bir av günü 69 ağaçkakan, 31 keklik, 25 bıldırcın, 16 yabani tavşan, 4 ördek öldürdüğünü yazmak gereğini duyar nedense. İlgimi çeken şudur; Turgenyev, çok sıkıntılı bir dostluk sürdürdüğü, yıldızı hiç barışmadığı Tolstoy’a, Sivastopol savunmasında cephedeyken, “Senin silahın kalemdir, kılıç değil” diye mektup yazan biridir, üstelik. Henri Troyat’nın “her tür fanatizmin düşmanı” diye tanımladığı Turgenyev’in av tutkusu bana çok garip gelir. Ernest Hemingway de av tutkunuydu örneğin. Anlatmayı da severdi üstelik. Bir keresinde bir günde 400 tavşan vurduğunu söylemişti. O yüzden oldum olası kırgınımdır Hemingway’e.

Sanatçıların, edebiyatçıların herhangi bir canlıyı öldürmek istemeleri anlaşılır gibi değil ama İranlı din bilgini En Naşi el Ekber (ölümü 906) bu işin kitabını yazmıştır. Avcılığa dair şiirler, makaleler yer alır yazdığı kitabında.

Sahipleri kadar ünlü hayvanlar

Ama yine de hayvanseverlikleriyle içimizi rahatlatan bir hayli sevdiğimiz isim de vardır. Bizde Bilge Karasu’nun kedi düşkünlüğü dillere destandır. Sahipleriyle birlikte edebiyat tarihine adları yazılmış kediler, köpekler vardır bir hayli. Samuel Johnson’un Hodge, Edward Lear’ın Foss, Mark Twain’in Beelzebub, T.S.Eliot’un George Pushdragon adlı kedileri ile Aleksander Pope’un Bounce, Lord Byron’ın Boatswain, Christopher Marlowe’un Bungey, Jules Verne’in Satellite adlı köpekleri en az sahipleri kadar ünlü hayvanlardır. Köpeğinin Uydu anlamına gelen adı bile Verne’in çizgisine ne kadar uygun.

Bunlar hayvanları seven figürler tabii ama ben hayvansever, özellikle köpeksever deyince İbn el- Marzuban Ebu Bekr Muhammed bin Halaf gibisini ne duydum, ne gördüm. Bir köpeğin insandan daha üstün olduğunu anlatan bir kitabı bile vardır. Napolyon Bonaparte’ın soyundan gelen Marie Bonaparte da “hep öleceği korkusunu duyduğu”, çok sevdiği köpeği Topsy hakkında tam dört kitap yazdı.

Hayvan sevgisini anlarım elbette ama İngiliz yazar Jeremy Bentham’ın ara sıra domuzuyla yatağını paylaşmasını biraz aşırı bulurum. “Dört bacaklı her şeyi severim” diyen Bentham’ın fareleri de özellikle misafirlerini çok korkuturdu. Lord Byron da evinin odasında ayı beslerdi.

Köpekler için “insanların aksine yozlaşmamış bir zekaya sahiptirler” diyen filozof Schopenhauer bir köpek tutkunuydu. Yürüyüşlerde sadece kaniş cinsi köpeğiyle konuşurdu derler.

Atlar da kediler, köpekler gibi insan dostudurlar. Tamam bir köpek kulübesinde beslenemez belki ama alıp biz besleyelim diyen de yok zaten. Su kaynakları aramada değerlendirelim de demiyoruz, geçti o günler. Bırakalım doğada özgürce yaşamlarını sürdürsünler. Doğa falan kalmadı denirse ona da tamam, o zaman Büyükada’da faytonlara koşulmaktan kurtaralım hiç değilse.

Gerçekten yazık.. Çok yazık hem de.