En çok ahlakla sorunu olanların ahlakçı geçinenlerden çıkması, bilinen bir şey. Peki ama neden öyle? Winnicott’ın çalışmalarından biliyoruz ki, bebeklerin nasıl ki vücutları hızla gelişiyorsa, ahlakları da anneyle olan ilişkileri içinde hızla gelişir. Ahlak denilince de nedense daha çok uyumlu olma ve yasaklar anlaşılır, hâlbuki işbirliği, dayanışma, yaratıcı empati gibi özellikler ahlakın temel nitelikleridir. Winnicott, […]

En çok ahlakla sorunu olanların ahlakçı geçinenlerden çıkması, bilinen bir şey. Peki ama neden öyle? Winnicott’ın çalışmalarından biliyoruz ki, bebeklerin nasıl ki vücutları hızla gelişiyorsa, ahlakları da anneyle olan ilişkileri içinde hızla gelişir. Ahlak denilince de nedense daha çok uyumlu olma ve yasaklar anlaşılır, hâlbuki işbirliği, dayanışma, yaratıcı empati gibi özellikler ahlakın temel nitelikleridir. Winnicott, hiçbir zorlama olmaksızın çocuklarda gelişen ahlakın katı ve mutlak olmadığını, ahlaki değerlerin gelişimi desteklediği oranda geçerliliğini koruduğunu yazmıştı. Ama geleneksel toplumlar, ahlakı sanki çocuğa “aşılanan” bir şey olarak tanımlama eğilimindedirler. Ahlakçılık, tam da bu aşılamayla ilişkilidir, doğal gelişime müdahale ederek bozan… Çocuğun annesine karşı yaşadığı doğal suçluluk duygusunu yapay bir biçimde üretip bünyeye enjekte ederek çocuğu kendi arzularına karşı yabancılaştıran bu müdahale, ahlakı gelişime değil de, gelişimi ahlaka hizmet ettirme amacını güder. Bu anlayışın siyasi yansıması, devletin bireye değil, bireyin devlete hizmet etmesi gerektiği gibi durumlarda karşımıza çıkar.

Bu çağın temel meselelerinden birisi ahlaksa eğer, toplumların çocuklara aşıladıkları ahlaktaki çelişkilerle bir ilgisi olsa gerek. Italo Calvino, “Yeni Bir Sayfa”da, ahlakı, değerler ile davranış arasında bir tutarlılığa ulaşma isteğinin yarattığı gerilim ve bu uyumsuzluğun bilincinde olma hali olarak tanımlamıştı. Değerler ile davranış arasındaki tutarlılık… Calvino, bu yüzden “ahlak”ı, siyasetin eşanlamlısı, kendi tabiriyle “özel bir adı” olarak tanımlamıştı. Günümüzdeyse siyasetçi denilince, tutarsız, kendisinin ya da temsil ettiği grubun çıkarlarını her tür ahlaki değerin üstünde tutan kişi olarak görülüyor. Calvino, bir edebiyatçı olarak, pediatri uzmanı ve psikanalist olan Winnicott ile aynı sonuca varıyor: “Ahlakçılık, ahlakın belirli bir anda öngördüğü değerler ve davranışlardan başka değerler ve davranışlar olması gerektiğini ya da olabileceğini yadsıyan kişinin düştüğü hatadır.”

Zupancic, “Cinsellik Nedir?” kitabında Lacan’ı anarak şöyle bir iddiada bulunuyordu: “En baskıcı toplumlar kati biçimde cinsel ilişkinin mevcudiyetini beyan eden (ve dayatan) toplumlar olmuştur her zaman.” Yasaklar, yasaklanan şeylerin mevcudiyetini belirginleştirir ve olduğundan daha da önemli bir hale getirir. Cinsellik, eğer ağır yasaklarla kuşatılmışsa, sahip olduğu önemini de arttırarak doğal gelişimini bozar.

Psikolojik rahatsızlıkların pek çoğunda, çocukluktaki yargılayıcı ahlaki aşıların etkisini görmek mümkün. Peki bu bir kader midir, yani hepimiz böyle ahlaki aşılarla yetiştirildiğimize göre, sorunlar yaşamamız kaçınılmaz mı? Winnicott, sanatçıları örnek gösteriyor bu açıdan. Sanatçılar, herkesin yaşadığı suçluluk duygusuyla yaratıcı bir biçimde baş edebilen kişilerdir ona göre. Sanatçı, suçluluk duygusunu, aşırı telafi edici çabalarla önleme gayreti gösterir. Her insan sanatçı olamasa da yaratıcı bir yaşam sürdürebilir ve psikoterapi, tam da böylesi bir yaşama hazırlanmak, imkânlarını araştırmaktır bir bakıma. Winnicott, yaratıcı yaşamı insanın kendisini ve ilişkide bulunduğu nesneleri gerçek hissetmesi olarak tanımlıyor. Yaratıcılık, her insandaki iç ve dış gerçeklik arasındaki gerilimden doğar; bu gerilimin yaşandığı ara bölgeye “potansiyel alan” der Winnicott. Günümüzde özellikle ne kadar da zor insanın kendisini ve yaşamını gerçek hissetmesi, potansiyel alanlar bu denli hoyratça baskılandırılmışken. Yaşamın yaşanmaya değer olması, insanın bu yaratıcı potansiyelinde gizlidir aslında. Sanat, bu yüzden olmazsa olmazıdır hayatın, tüm ahlaki bozuk aşıların panzehiri…