John Berger, “Bento’nun Eskiz Defteri”nde, tanık olduğu haksızlıklar karşısında öfkelenip şöyle yazmıştı Arundhati Roy karşısındaymış gibi: “Seni düşünüyorum Arundhati. Lakin, uyarıda bulunulan ve karşı çıkılan ne varsa, doludizgin ve merhametsizce yoluna devam ediyor. Karşı konulmaz bir güçle devam ediyor. Müsamahakâr, bozulmamış bir sessizlik söz konusuymuşçasına devam ediyor.

Sanki kimse tek bir sözcük yazmamışçasına devam ediyor. Bunun üzerine soruyor insan kendi kendine: Sözcüklere aldırış eden var mı? Ve bazen yaklaşık şu mealde bir cevabın gelebileceği tahmin ediliyor: Bu durumda sözcükler prangalı mahkûmların ırmağa itilmezden önce ceplerine doldurulan taşlar gibidir.”

Balıkçılar kahvesinde John Berger’ın öfkesini düşünüyorum, nasıl da yaygın artık bu öfke; çaresizlik ve umutsuzluk içinde. Yazmak, sözcükler önemini yitiriyor mu böyle zamanlarda? Sonra öfkenin, entelektüel öfkenin kaynağını düşünüyorum. Eğer, doğrunun ne olduğu bilinmeseydi, yanlış olan bu kadar can yakmazdı. Dünyanın nasıl olması gerektiğine dair inanç, gerçeklikle örtüşmüyorsa öfke de haklı bir zemine oturuyor. John Berger, öfkelenmekte çok haklı.

Bir İslamcı, milliyetçi ya da sosyalist için dünyanın nasıl olması gerektiğine dair farklı inançlar söz konusu olduğunda, öfkenin gerekçeleri de çeşitleniyor. Ama bütün inançları aşan hakikatler yok mu? Hangi inançta işkence ya da açlık olumlanabilir? Ama olumlanabiliyor. İnsan dünyaya, inançları üzerinden bakıyor, yorum gerçekliği belirliyor.

Adam Philips, “Kreşteki Yabani” adlı kitabında, “Derinlere kök salmış olup da bizde kızgınlık yaratacak bir düzen duygusuna sahip olmasaydık, hiçbir şeyi trajedi olarak görmezdik” diye yazmıştı. Öfkeye neden olan inançlar, çoğunlukla bilinçdışındaki kabullerden alıyor gücünü. Bilinçdışındaki kabuller, ölüm gerçeğini yadsıma gibi, yanılsamalardan da oluşabiliyor. İnsana haklılık duygusu veren ama gerçekte haksız olan öfkelerin kaynağı, tam da bu bilinçdışı kabullerle ilişkili. Philips, öfkeden bahsederken Ernest Jones’un, öldürmek istediğimiz insanın en çok nefret ettiğimiz değil, bizde en dayanılmaz çatışmayı yaratan insan olduğu tespitini hatırlatıyor. En dayanılmaz çatışma, inançla gerçeğin, egoyla ideal egonun karşı karşıya geldiği o an. İnsanın kendisiyle ilgili beslediği o tutkulu ideal, bazen nasıl da gerçeklikten koparıyor insanı.

Jean Amery’nin “Suç ve Kefaretin Ötesinde” adlı kitabı sarsıcıydı çok. Toplama kampından kurtulduktan sonra, bütün hayatını ölümle ve acıyla iç içe geçirdiği o yıllarda öğrendiği hakikatleri duyurmaya adayan Amery, entelektüellerin gerçeklikle ilişkisini eleştirirken şöyle yazmıştı: Entelektüel insan akla hayale sığmayan durumları, entelektüel olmayanların yaptıkları gibi, verili birer olgu olarak rahatça kabullenemiyordu. Gündelik gerçekliğin tezahürlerini sorgulamaya yönelik uzun temrinler, kamp gerçekliğine kolayca razı olmasını engelliyordu, çünkü bu gerçeklik onun şimdiye dek mümkün gördüğü ve bir insandan beklenilir bulduğu şeylerle çok kaba bir biçimde karşıtlık ilişkisi içindeydi.”

Amery, entelektüellerin, sürekli şikâyet eden, dayanıksız ve öfkesini kontrol edemeyen kişiler olmasını eleştiriyordu.

Kendi kafalarındaki bir gerçeklikte yaşıyor ve karşı karşıya oldukları gerçekleri görerek çözüm üretemiyordu pek çoğu.

Peki çözüm, kafamdaki dünyayı yaşadığım dünyaya mı uyarlamaktı? Hakikatler uğruna ideallerden vazgeçmek değildi çözüm. Siyaset, olan ile olması gereken arasındaki gerilimse, olması gerekenden vazgeçmek siyasetin sonu demekti. Idealleri, katı birer inanca dönüştürmemek bir çözümdü. O zaman esnek olunabilirdi. Tıpkı, psikoterapide egoyla ideal ego arasında bir uyumun hedeflenmesi, aralarındaki uçurumun kapatılması gibi.

Laing’in “Bölünmüş Benlik” adlı kitabında vardı, hakiki benlik sahte benlik aracılığıyla ne kadar dış dünyadan ve gerçeklikten çekilirse o kadar yoksullaşıp azalıyordu. İç ve dış gerçeklik arasındaki bağ güçlendikçe yaşama yaratıcı bir biçimde katılmak da kolaylaşıyordu.

Yağmur başladı nihayet. Balıkçılar kahvehaneye doluştu. John Berger’ın kitabına gömülüyorum yeniden, öfkemi düşünerek…