İş aleminin ünlü pembe kağıtlı gazetesi Financial Times geçtiğimiz hafta manşete taşıdığı provokatif bir başlıkla bir anlamda sınıf savaşının fitilini ateşledi. Bir yandan yoğun sınıf savaşları sürerken, bir yandan da ideolojik anlamda sol rüzgarlar esiyor, sosyalizm fikri kitlelerde daha fazla karşılık buluyor.

Britanya’da sınıf savaşları

Britanya’da Brexit tartışmalarının tozu dumanından, yeni Başbakan İngiliz Trump’ı Boris Johnson’ın münasebetsiz davranışlarını konuşmaktan bazen daha önemli gündemler gölgede kalabiliyor. Örneğin, iş aleminin ünlü pembe kağıtlı gazetesi Financial Times geçtiğimiz hafta manşete taşıdığı provokatif bir başlıkla bir anlamda sınıf savaşının fitilini ateşledi. (1 Eylül 2019).

Haberin başlığı aynen şöyleydi: İşçi Partisi 300 milyar poundluk şirket hisselerine el koyacak. Sözü edilen İşçi Partisi’nin Eylül 2018’de açıkladığı Kapsayıcı Mülkiyet Fonu’ydu. (Inclusive Ownership Fund). Niyet büyük şirketlerde işçilere %10’a varan oranda hisse senedi verilmesiydi. Proje 250’den fazla personel çalıştıran firmalara uygulanacak, her yıl hisselerin %1’i fona devredilecekti. Böylelikle 10 yılda çalışanların payı %10’a yükselecek, zaten bu eşiğin ötesine geçilemeyecekti. Her yıl işçilerin eline ücretin dışında 500 pounda kadar temettü ödemesi geçebilecek, bunun ötesinde kar payları bir kamu fonuna aktarılacaktı. Sonunda hem işçiler ücretin üzerinden ek gelir kazanacak, hem de çalışanlar sınırlı da kalsa yönetimde söz sahibi olacağı için firmanın ufkuna daha uzun vadeli bir bakış açısı boyut katacaktı. İşin işçilerin kısa vadeli kar beklentisiyle şip-şak hisse alıp-satmalarına izin vermeyen, bir anlamda borsa çalkantılarını törpüleyen bir boyutu da söz konusuydu.

Financial Times’ın haberinde bir hukuk firması Clifford Chance’ın bakkal hesabı analizine yer veriliyordu. Borsadaki şirketlerin değeri 5.5 trilyon pound olduğuna, büyük firmaların payı %57’de seyrettiğine göre, plan 3 trilyon dolarlık, hisse senedine sahip kuruluşlara uygulanacaktı. Bu rakamın %10’u da 300 milyar pounda denk geliyordu. Devamında aşırı piyasacı düşünce kuruluşu Adam Smith Enstitüsü’nün görüşlerine başvuruluyor, onlar da borsada en büyük yatırımcıların emeklilik fonları olduğunu, abartılı biçimde onların ömür boyu birikimlerinin zarar göreceğini söylüyorlardı. Son yıllarda şirketlerin yatırım yapmayıp aşırı temettü dağıttıkları, ellerindeki nakiti kendi hisselerini geri satın almak için seferber ederek, borsa endekslerini aşırı yükselttikleri biliniyor. Böylelikle ekonomik büyüme ritm kazanamazken, nüfusun %1’ini oluşturan zenginler servetlerine servet katıyor. Bu konuların üzerinde hiç durulmazken, çalışanlara %1’lik hisse dağıtımıyla başlayacak bir uygulama üzerinde fırtına koparılmasını, “sermayenin saldırısı” şeklinde nitelemek yanlış olmaz sanırım…

İSVEÇ'TEKİ MEİDNER PLANI

İngiliz İşçi Partisi’nin esin kaynağının İsveç’te 70’lerde gündeme gelen Meidner Planı olduğu söylenebilir. Rudolf Meidner’in Gösta Rehn ile birlikte İsveç’in savaş sonrası yürürlüğe giren refah devletinin mimarı olduğu biliniyor. 1976’da, Keynesyen mali politikalara, sendikalar ve işverenler arasında merkezi toplu sözleşmeye, düşük enflasyona ve mümkün mertebe ücret eşitliğine dayanan bu modelin bir adım öteye götürülmesi planlandı. Meidner’in de içinde bulunduğu bir komisyon, 50’den fazla çalışanı bulunan firmaların her yıl karlarının %20’sine denk gelen hisseyi “ücretliler fonuna” (wage earner fund) aktarmasını öngördü. Hisseler satılamaz, ancak ya tekrar aynı firmanın hisselerine yatırılabilir, ya da işçi eğitimi için kullanılabilirdi. Sendikalar işyerinin yönetiminde söz sahibi olurken, zamanla hisse ağırlıklarını da artırabilirlerdi. İşverenlerin çok para döktükleri sert bir karşı kampanyadan sonra 1976’da İsveç Sosyal Demokrat Partisi iktidardan düşürüldü ve Meidner planı da rafa kaldırıldı. Ancak Meidner’in çabaları emekten yana kişilerin, sendikaların belleğinde bir şekilde yer etti…

ALİCENAP BİR GİRİŞİMCİ

Son zamanlarda İngiliz kamuoyunun dikkatinin çalışanların mülkiyeti konusuna çekilmesini tetikleyen bir gelişme de girişimci Julian Richer’in alicenap davranışı oldu. Richer hi-fi ses sistemleri ve televizyon perakende zinciri Richer Sounds’un sahibiydi. Yıllarca etik yatırımlar konusuna kafa yormuş, yazıp çizmişti. 60 yaşına ayak basınca şirketlerindeki çoğunluk hisselerini 53 mağazasındaki 530 personele devrettiğini açıkladı. Çocuğu bulunmayan hayırsever yatırımcı, 41 yılda meydana getirdiği kurumun yaşaması için faaliyet alanına uzak al-satçı finansal yatırımcıların eline geçene kadar şirketin uzun vadeli çıkarını gözeterek çalışanlara devrini daha isabetli bulduğunu dile getirdi. Richer bir yandan günümüzün Robin Hood’ı sıfatıyla haklı bir takdir görürken, bir yandan da toplumun kolektif mülkiyet yapıları üzerinde bir kez daha düşünmesine vesile oldu.

CORBYN KORKUSU

İngiliz burjuvazisinin İşçi Partisi’nin her hamlesine böyle sert bir reaksiyon göstermesinin ardındaki nedenin Corbyn korkusu olduğunu biliyoruz. Evet partinin sol kanadının emektar ismi Jeremy Corbyn’in kendinden önceki başkan Ed Miliband’ın önünü açtığı “tek üye, tek oy” sistemiyle partinin sağ çevrelerini şaşkınlığa düşürerek oyların %59.5’ini toplayıp 2015’te başkan seçildiğini hatırlıyoruz. 2017 Haziran’ındaki genel seçimde de İşçi Partisi’nin oylarını sıçratarak sermaye kesiminin endişelerini tırmandırdığını da.

Ancak Corbyn’e tepkilerin bir nedeninin de yaratıcı sol fikirlerin önünü açması, verimli bir tartışma zemini yaratması, tüm dünya soluna bir ilham kaynağı oluşturması olduğunu da tahmin edebiliyoruz. Margaret Thatcher fikri hegemonyasını Keith Joseph’in başını çektiği Politika Çalışmaları Merkezi’nin (Centre for Poliscy Studies) çalışmalarıyla tesis etmişti. Parasalcı, piyasacı, özelleştirmeci reçeteler Milton Friedman’ın, Friedrich von Hayek’in görüşleriyle beslenerek neoliberal karşı-devrimin cephaneliğini oluşturmuştu.

Corbyn döneminde hazırlanan Alternatif Mülkiyet Modelleri (Alternative Models of Ownership) raporu Şubat 2018’deki bir konferansla tartışmaya açıldı. Ulusal, yerel yönetim ve kooperatif gibi kolektif mülkiyet biçimlerinin, teknolojik gelişmeleri de gözeten bir bakış açısıyla karşılaştırılıp, birbirlerinin tamamlayıcısı ve destekçisi olarak kabul edildiği metin tüm dünya solunun ilgisini çekti. Ağustos 2016’da da Dijital Manifesto’nun Corbyn tarafından açıklanması İşçi Partisi’nin hem teknolojik gelişmeleri yakından izlediğinin hem de dijital alemin demokratikleşmesine kafa yorduğunun anlaşılması açısından oldukça önemliydi.

2017 seçim manifestosu da neoliberalizmin temel öğretileri: özelleştirme, hisse senedi sahiplerinin önceliği, yönetim kurulu üyelerine aşırı ödemeler, finans sektörünün hakimiyeti konularına eleştirilerle öne çıktı. Su, elektrik dağıtımı, posta hizmetleri ve demiryollarının tekrar kamu mülkiyetine geçirileceği vaatlerine yer verildi. Üniversite harçlarının kaldırılacağı da ilan edildi. Ancak birçok konuda da fazla ileri gitmekten, sermayeyi fazlaca ürkütmekten çekinildiği dikkat çekti. (Kapsamlı bir değerlendirme için bkz. Robin Blackburn The Corbyn Project, New Left Review May-June 2018).

FINANCIAL TIMES'LA TARTIŞMA SÜRÜYOR

Financial Times’ın haberinin ardından 2 Eylül’de Opendemocracy sitesinde Mathew Lawrence, “doğru anlamışlar, ilerici politika gündemi şirketlerin dönüşümünü ve demokratikleşmesini içerir, bunun için de toplumdaki servet ve gücün yeniden şekillendirilmesi gerekir.” mealinde bir yazı kaleme aldı. Financial Times kantarın topunu kaçırdığını anlamış olacak ki, 4 Eylül’de Jonathan Ford imzalı, aynı konuyu içeren, gelgelelim İşçi Partisi cenahı sözcülerinin de görüşlerine yer veren daha dengeli, kapsamlı bir yorum yayımladı. Partinin ekonomi sözcülerinden Rebecca Long Bailey, Kapsayıcı Mülkiyet Fonu’nun sermayenin ücretleri aşağı çekme kabiliyetlerini sınırlamayı ve aşırı karların kaymağını almayı amaçladığını açıkladı. Long-Bailey’e göre bu düzenleme sanayinin yapay zekaya ve karbonsuzlaştırmaya (decarbonisation) uyum sağlamasını da kolaylaştıracak. Hisse senedi sahiplerinin çok kısa süreli bakış açısına karşın çalışanların 20-30 yıla uzanan geniş ufkunu harekete geçirecek. İşçilerin kendini işe dahi fazla vermesini sağlayacak, üretkenliği artıracak…

MCDONNEL'LA ÖĞLE YEMEĞİ

Günah çıkartma sevdasından mıdır yoksa denk mi geldi bilinmez, “Financial Times ile Öğle Yemeği” köşesinde gölge maliye bakanı John McDonnel ile 1 Eylül’de haberi yapan Jim Pickard’ın sohbetine yer verildi (7-8 Eylül 2019). McDonnel çok mütevazi bir yaşam süren parti emektarı bir Marksist. Tony Blair’in stratejisti Peter Mandelson “onu mühürlü mezara gömdük” diye akibetini büyük bir zevkle ilan ettikten sonra Corbyn’le birlikte beklenmedik anda yıldızı parlıyor. McDonnel, planlarının sermaye ve emek arasında balans ayarı yapmak olduğunu söylüyor, güç ve parayı işçilere ve mülksüzlere doğru dengeleyeceklerini çekinmeden ifade ediyor. Finans sektöründeki aşırı ikramiyeleri yasaklayacaklarını gizlemiyor. Kendi ifadesine göre bir hatta iki kuşak sonra, sosyalizm tartışmalarının tekrar Amerika gündemine girmesini memnuniyetle karşıladığının da altını çiziyor.

Gölge maliye bakanı, Antonio Gramşi’nin görüşlerinin kendisine esin kaynağı olduğunu belirttikten sonra düşünürün; “Hepsi hegemonyaya bağlıdır: Kim fikir savaşlarını kazanırsa egemenliğini kurar” sözlerini hatırlatıyor.

Bir yandan yoğun sınıf savaşları sürerken, bir yandan da ideolojik anlamda sol rüzgarlar esiyor, sosyalizm fikri geniş kitlelerde daha fazla karşılık buluyor. Türkiye’de de sosyalistler yeni fikirlerle halkın karşısına çıkmaya hazır mı, toplum da bu fikirleri benimsemeye eğilimli mi bunu zaman gösterecek. Ben kendi hesabıma yine Gramşi’nin terimiyle “iradenin iyimserliği” cenahında konuşlanmış bulunuyorum…