Yancısı yalakası, tetikçisi kalemşoru, vekilinden reisine kadar bir bütün olarak AKP cenahında dalga dalga yayılan endişe saklanamaz durumda. Bir dedikleri bir dediklerini tutmaz oldu. Kendi kendilerini düşürdükleri kapanda olup bitene müdahale edebileceklerine inançlarını da sanki yitirmiş gibiler. Durumu kurtarmak adına yaptıkları her hamle ‘işlerini’ iyice içinden çıkılmaz duruma getiriyor.

Rusya uçağının düşürülmesi, Başika’ya asker yollanması... Ortdoğu’da yaptıkları her hamle durumu Türkiye açısından biraz daha kötü bir noktaya sürüklüyor. Tükürdüklerini yalamaktan dilleri yara olacak. İslam coğrafyasına liderlik iddiasından İsrail’den medet umar hale gelmek hazin bile değil. Bu duruma o rezil Yahudi düşmanı söylemden gelmiş olmaları daha da mide bulandırıcı.

Cizre, Silopi, Sur velhasıl bölgede yapmaya çalıştıkları ise neredeyse Dersim kıyımının hortlaması gibi. Üstelik 1930’larda değiliz. Bu kez sarp dağlar arasında erişilmez, haber alınmaz bir yerde sürmüyor çatışma. Üstü örtülebilecek, olmamış gibi yapılacak, inkar edilebilecek bir çatışma değil, olup biten. Aynı şey çatışmanın diğer tarafı için de geçerli. Onlar da buradan ne kahramanca bir direniş ne de çelikleşmiş bir politik aidiyet süzebilecekler.

Bir de olup bitene tanık olanların durumu var.

Henüz doğrudan olaylardan etkilenmeyen, gündelik hayatını sürdürebilen, işine gidebilen, çocuğunu parka götürebilen, televizyonda dizisini seyredip, ev kredisinin taksidini denkleştirmeye çabalayan, borçlarına bilmem kaçıncı taklayı attırıp bu ayı da atlatabildiğine şükredenler.

Henüz bütün bunlar olmuyormuş gibi yaparak ama biryandan da kazanacağını düşündüğünün yanında sinsice mevzilenmeye hazır aportta bekleyenler.

En azından bu topraklarda en azından yüzyıldır hep beklediler. 1915’te Ermeni komşuları öldürülürken, 1938’de Dersim yakılıp yıkılırken, 1946’da gayrimüslimler sürgüne gönderilirken, 1955’te Rumların malları yağmalanırken, 1978’de Maraş’ ta Aleviler öldürülürken, 1980’de üst kattaki komşuları askerlerin dipçikleri altında sürüklenip götürülürken bekledikleri gibi.

Saymakla bitmeyecek bu zalimliklere hep tanık olup, hep sustular. Konuştuklarında ise hep kıyılanlarda buldular kabahati. Suruç, Ankara katliamlarından sonra da aynı şeyi yaptılar.

Çünkü onlara dokunmuyordu. Onların hayatlarına etki etmediğini sanıyorlardı. Hatta belki çok acı ama tanıkların bazıları bu kıyımlardan paylarına düşeni almaktan da mutlu oldular.

Çünkü bir şekilde çorbaları kaynıyor, hayatlarına da devam edebiliyorlardı.

Bize özgü değil bu hal. Ne coğrafyaya ne kültüre özgü. Bir anlamda evrensel bir insan hali.

Ama aynı evrensellik bir sonraki aşama için de geçerli. Hiç bir toplum ne de rejim bu kadar pisliğin, haksızlığın üzerinde ilelebet oturamıyor. Öyle bir an geliyor ki, çatışmalar kimin galip geleceği belli olmayan açık ve yaygın bir savaşa yol açıyor. Savaşı kazanan kendi barışını da kurarken yenilene bütün suçlar yükleniyor. Kimi zaman ise savaşı önlemek için topluma her şeyi yükleyebileceği bir ‘suçlu’ bulunuyor. O suçlu öyle ya da böyle ‘hallediliyor’ ve düzen kendisini temize çekiyor. Böyle zamanlarda savaşı önlemek için Brütüs etkisi de devreye girebiliyor. Brütüs’ün her zaman kanlı canlı bir insan olması da gerekmiyor.