Daha önce neredeyse hiç görülmemiş bir şekilde, İstanbul’un göbeğinde, bir ülkenin konsolosluğunda, bir ülke, kendi vatandaşını barbarca öldürdü. Bu barbarlığın bir infial yaratmaması, buna sessiz kalınması, bunun üzerinin örtülmesi mümkün değildi ki, öyle de oldu. Günlerdir sadece Türkiye’de değil, ABD ve Avrupa’da bu mesele konuşuluyor, Suudi Arabistan’ın bir bedel ödeyip ödemeyeceği merak ediliyor.

Öte yandan, aynı ülke, yani Suudi Arabistan yıllardır Yemen’de dünyanın en kirli, en insanlık dışı savaşlarından birini sürdürüyor, sivil çoluk çocuk demeden katlediyor ama hem Türkiye hem dünya sadece izlemekle yetiniyor. Çünkü Suud’un petrolü var ve Suud hanedanı petrolüne, uluslararası kapitalizmin petrole olan ihtiyacına güveniyor. Kaşıkçı cinayeti, uluslararası güç dengeleri açısından bir anlam taşıdığı için önemseniyor, pazarlıklara konu ediliyor, üstünün örtülüp örtülmeyeceğine dair güç mücadelesi devam ediyor ama Suudilerin Yemen’de taş taş üzerinde bırakmamasını kimse görmüyor, kimse umursamıyor.

•••

Ersin Turhan, Erzincan Binalı Yıldırım Üniversitesi mezunu gencecik bir adamdı. Yıllardır öğretmenliğe atanmayı bekliyordu. Dersim Pertek doğumluydu ve işsiz olduğu için köyünde nohut ekerek geçinmeye çalışıyordu. İş bulmak için İstanbul’a gitti ama bulamadı. Ersin 14 Ekim’de kendini asarak intihar etti, cebinden 10 lira para çıktı.

Çocuğuna pantolon alamadığı için kendini öldüren babayı çoktan unutmuş olsak da, o intiharın üzerinden çok değil, sadece bir ay geçti. İnsanların geçim sıkıntısından kendini yakmaya, asmaya, öldürmeye çalışmaları Türkiye’nin bir rutini haline geldi, vaka-i adiyeden sayılır oldu. Aynı şekilde iş cinayetleri de, Soma’da, Ermenek’te, Torunlar’da işçilerin onar ona ölmeleri de, adını duymadığımız yerlerde birer ikişer ölüme kurban gitmeleri de kimsenin umursamadığı, alışılmış, sıradanlaşmış hadiselere dönüştü.

İntihar etmeyen, iş cinayetlerinde ölmeyen ama “köle değiliz” dedikleri için tutuklanan işçiler var bir de. “Rejimin prestij projesi” olarak gördüğü havalimanında, 2018 yılında, Mısır piramitlerini yapan köleler misali çalıştırılmaya itiraz ettikleri için hapishanedeler günlerdir ve bu da alışılmış, kanıksanmış gerçeğimiz olarak karşımızda duruyor öylece.

•••

“Kötülük” belki metafizik bir kavram olabilir ama bazen metafizik kavramların da bir açıklayıcılığı olabilir. Almanya’da Nazilerin iktidara gelişinin elbette ki maddi temelleri, tarihsel bir arka planı vs. vardı ama Naziler aynı zamanda “kötü”ydüler, kötülüğü örgütlenmiş bir şekilde icra ediyorlar ve bunu bir siyasal edim olarak görüyorlardı.

Bugün Türkiye’de bir merkez tarafından, bir siyasal akıl tarafından örgütlenen, siyasallaşmış bir kötülük var. Toplumu kutuplaştırmaktan, siyaseti dost-düşman ikiliği üzerine kurmaktan, insanların en ilkel duygularını, din ve milliyetçiliği suiistimal etmekten beslenen bir kötülük bu. Kamu kaynaklarını üç kuruşa satmaktan tutun da tahtakurusu olmayan yatakta uyumak istemeyen işçileri cezaevine atmaya, 12 yaşındaki bir çocuğun cesedi üzerinde tepinmekten tutun da annesini meydanlarda yuhalatmaya uzanan, ülkesine, ülkesinin ormanına, ağacına, denizine, ırmağına ve elbette ki insanına düşmanlık eden, kendi varlığını devam ettirmesinin yolu bundan geçen bir kötülükten bahsediyoruz.
•••

Çok basit bir gerçeği kabul etmemiz gerekiyor. Burası “normal” bir ülke değil, iktidarda “normal” bir parti yok, siyaset “normal” koşullarda yapılmıyor. Bu iktidar normalleşme istemiyor, toplumsal uzlaşma işine yaramıyor, toplumun tam ortasından ikiye bölünüp birinin diğerine düşman edilmesi iktidarda kalmasının temel koşulunu oluşturuyor. Bu gerçeği kabul etmeden söyleyeceğimiz her söz, örgütlü kötülüğe ve onun üzerinde yükseldiği büyük yalana katkı, büyük yalana hizmet anlamına geliyor.

Hiçbir şeyin normal olmadığı, iktidarın iktidarda kalmaya ancak süreklileşmiş düşmanlık üzerinden devam edebildiği bir ülkede, insanlara bakışımızı belirleyenin bu normal olmayan duruma, bu örgütlü kötülüğe, bu büyük yalana ne dedikleri olması kadar doğal bir şey olabilir mi? Eğer “iyilik” ve “kötülük”ten söz ediyorsak, “iyi” ya da “kötü” olmamızı belirleyen, örgütlü kötülük karşısında aldığımız tavır, örgütlü kötülükle kurduğumuz ilişki değil midir?

•••

En güzel çocuklarımızı öldürüp en güzel maceramızı gaz ve copla tarumar ettikten sonra Taksim Meydanı’na iftar sofrası kuranların davetine icabet eden, bir de üzerine “huzurun fotoğrafı”nı çekip sanatını örgütlü kötülüğün emrine sunanlara değil de, Berkin’e, Ethem’e, Ali İsmail’e, atanamadığı için intihar eden öğretmenlere, cezaevindeki işçilere, Suud hanedanının karanlık ilişkilerinin bir parçası olan Kaşıkçı’ya değil de Yemen’de öldürülen çocuklara üzülmeyi, onların yasını tutmayı ve öfkeli olmayı tercih ederim ben ve bu beni ve bu bizi “kötü” yapmaz. Asıl “kötülük” normal zamanlarda yaşıyormuş gibi yapıp, örgütlü kötülüğün saltanatına katkı koymaktır. Kıymeti kendinden menkul ve apolitik bir “iyiliğin” bizi götürebileceği bir yer ise yoktur, “iyi” olmak her şeyden önce “kötülük”le mücadele etmeyi gerektirir çünkü.