Bu ceza doğrudan gazeteciliğe verildi
Duruşma günü kararı beklerken ara verildiğinde mahkemenin önünde Can’ın uğradığı silahlı saldırı, Hrant Dink ve Tahir Elçi olaylarının tıpa tıp aynısıydı… Haberlerimizden dolayı aldığımız ceza doğrudan gazeteciliğe verildi.
ECE ZEREYCAN
Gazetecilik faaliyetlerinden dolayı Can Dündar ile birlikte hapse mahkûm edilen Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Erdem Gül, BirGün’e konuştu, davayı ve sonrasındaki silahlı saldırıyı anlattı.
»Öncelikle geçmiş olsun. Can Dündar'la beraber yargılandığınız "MİT TIR’ları" davasında karar açıklandı. Bu sonucu bekliyor muydunuz?
Can Dündar’la ben, birimiz 29 Mayıs 20015 diğerimiz de 12 Haziran’da, MİT TIR’ları ile ilgili iki haber nedeniyle tutuklandık, yargılandık. Hakkımızda biri ağırlaştırılmış, bir normal müebbet ve artı 30 yıl hapis istendi. 92 gün Silivri’de hapiste kaldık. Artından Anayasa Mahkemesi’nin ortada sadece gazetecilik vardır suçlama konusu hiçbir delil yoktur kararıyla tahliye olduk. Tahliye olduğumuzda Erdoğan, Anayasa Mahkemesi kararını tanımadığını söyleyerek bizim hapiste kalmamız gerektiğini savundu. Böylece aslında dosyanın savcısı oldu. Ardından Cuma günü yapılan duruşmada casusluk tezlerinin çökmesine karşın, devletin gizli kalması gereken belgelerini açıklamaktan, yani yaptığımız 2 haberden hapis cezasına çarptırıldık. Bu ceza doğrudan gazeteciliğe verildi. Çünkü mahkeme kararında da, yayınlanan haberlerin cezalandırıldığı açıkça belirtiliyor. Buradan medya dünyasındaki uygulamalarına da bakarsak aslında AKP’nin gözünde gazetecilik bir suçtur anlamı net olarak çıkıyor. Çünkü zaten böyle baktığını biz biliyoruz. Medyamız zapturapt altında. AKP bırakın özgür olmayı kendisine bağlı olmayan bir medyaya asla tahammül etmek istemiyor.
Hrant Dink gibi, Tahir Elçi gibi…
»Silahlı bir saldırı da atlattınız. Basın özgürlüğünün kara gününe bir de bu ürkütücü tablo eklendi. Cumhurbaşkanı'nın "Bu haberi yapan kişi bunun bedelini ağır ödeyecek. Öyle bırakmam onu" sözü geldi akıllara. Bu tehditkar çıkışın etkisinden kendine vazife çıkaran biri mi yaptı yani bireysel mi yoksa daha organize bir saldırı mı bu sizce?
Duruşma günü kararı beklerken ara verildiğinde mahkemenin önünde Can’ın uğradığı silahlı saldırı, bana göre Hrant Dink ve Tahir Elçi olaylarının tıpa tıp aynısıydı. Dink’de de, Elçi’de de yargı eliyle zorlanma davalar açılıp, siyasi iktidarlarca bu iki isim toplumsal linçe uğratıldılar ve daha sonra da alçakça saldırılarla katledildiler. Çünkü bu saldırganlar eylemlerini gerçekleştirirken “vatan haini” sloganı atıyorlardı. Bu Türkiye’de geldiğimiz noktanın ne kadar ürpertici olduğunun açık bir göstergesi.
»Saldırılarla, baskılarla, cezalarla gazetecileri ve toplumsal muhalefeti teslim almak mı istiyorlar?
Canla biz, iki haber nedeniyle 92 gün hapiste kaldık. Anayasa Mahkemesi kararına ve hukuka rağmen cezamız onanırsa daha da hapis yatacağız ama ülkede yazarlara, çizerlere aydınlara yıllarca büyük bedeller ödetildi. Bu bedeller yanında bizimkisi Can’ın ifadesiyle “staj” sayılır. Bu ülkenin bu kadar karamsar çerçeveye rağmen güçlü bir özgürlükçü birikimi vardır. Bu birikim teslim olmayacağımızın en büyük güvencesi.
»Silivri Cezaevi’nde yatarken ne hissediyordunuz?
Silivri’de yatarken bize değil ülkeye yapılan hak etmediğimiz haksızlıkları izlerken, iktidarın aslında rakiplerine değil kendi ayağına kurşun sıktığını gözlüyorduk. Zaten bizler sırf gazetecilik yapmak, ifade ve düşünme özgürlüğü için bedel ödemeye hazırız. Ama AKP’nin de bilmesi gereken, geçenlerde bu partinin eski önde gelen isimlerinden Hüseyin Çelik’in de söylediği gibi, zülüm yönetiminin uzun süreli olmasına imkân yok. Zulüm edebilirsiniz devler aygıtı sayesinde. Herkesi susturduğunuzu ya da yok ettiğinizi zannedersiniz ama aslında bu sırada kendinizi bitiriyorsunuzdur. Sadece iktidar aygıtına bağlı bir hayat, bir tür hastalıktır. Aynen organ yetmezliğinde makineye bağlı hasta gibi, AKP de hayatını iktidar makinesine bağlanmış bir hasta olarak sürdürebiliyor.
»Bugünlere nasıl gelindi? Kaçak Saray liderliğinde AKP iktidarının doludizgin diktatörlüğe doğru hızla yol aldığını görüyoruz?
AKP özellikle geçmişte muhafazakâr, İslamcı kesimlerin yaşadıkları mağduriyeti işleyerek siyaset yapmış bir parti. 2002 de iktidara geldiğinde 28 Şubat’ta kendi tabanının yaşadığı mağduriyetleri gidermenin yanı sıra, toplumun büyük kesiminin Avrupa Birliği bağlamındaki demokratikleşme taleplerinin sözünü de vererek başladı. Bu nedenle kendisine hiç oy vermeyecek kesimlerin desteğini de uzun süre aldı. Kendi tabanının taleplerini AB çerçevesinde savunduğu için başka özgürlükçü kesimler de AKP’ye olumsuz bir bakış içine girmediler. AKP bu dönemde kendi tabanının isteklerini bir süre erteleyip AB tezlerine sarılarak, alanını genişletmeye çalıştı.
»Gerçek kimliklerini ne zaman göstermeye başladılar?
İktidarda tam muktedir olduktan sonra artık toplumun genelini ilgilendiren özgürlükler konusunda tam tersi bir noktaya geldi. Özellikler geriye doğru son 5 yıldır ve içinden geçtiğimiz dönemde, AKP artık tam bir ölümüne iktidar partisi haline geldi. “İktidar her şeydir” sözü belki de AKP’nin şu anki ruh halini en iyi anlatabilir. Bu ruh halinde böyle katılaştı ki, kendisi dışındaki kesimlerin yaşam alanlarını daraltmaya başladı. Geçmişte devlet aygıtını elinde bulunduran iktidarların kendisine karşı yaptığı haksızlıkların tamamını AKP, muhalif olarak gördüğü kesimlere yapmaya başladı. Ama bununla da yetinmeyip muhaliflerine, kendisine geçmişte yapılmayanları da yapmaya başladı. Hem de misli misli.
»Otoriterleşme tam gaz sürerken, sadece Türkiye değil AKP de yol ayrımında gibi…
AKP tam muktedir olup kendisi dışında her kesime sertleşip otoriterleşme eğilimleri gösterirken, kendi içinde de iyice daralıp tek adam partisine doğru gidiş gösterdi. Adeta Recep Tayyip Erdoğan etrafında dizayn edilen bir parti konumuna doğru ilerledi. İlginç bir biçimde AKP’nin kuruluşundaki liderler hareketi ve ortak iradeyi temsil eden Abdullah Gül, Bülent Arınç, Hüseyin Çelik gibi isimlerin tasfiye edildiği bu süreçte, Erdoğan da ilk kez partinin başından ayrılıp cumhurbaşkanı oluyordu. Bu durumun AKP liderliğinde farklı bir noktanın yaşanmasına neden olması gerekirken, cumhurbaşkanı olarak da partinin iplerini şaşırtıcı bir şekilde daha sıkı eline aldı.
»"Saray darbesi"ni nasl değerlendirmek gerek. Ankara kulislerinde trafik nasıl?
Ülkede genel olarak düşünce, ifade özgürlüğü ve demokratik haklar bakımından, darbe ve sıkıyönetim dönemlerine benzer uygulamalar hayata geçirilirken, partide de hiçbir farklı sese imkân verilmeden Davutoğlu hadisesi de böyle gerçekleşti. Partinin genel başkanı ve başbakan olmasına karşın, son kongrede Erdoğan tarafından belirlenen AKP MKYK’sında yapılan darbeyle, Davutoğlu’nun yetkileri tırpanlandı ve “ben bırakıyorum” demek zorunda kaldı. Davutoğlu’nun da aslında Erdoğan liderliğindeki ülke ve partideki daraltılmış ve sıkılaştırılmış gidişe bir itirazı yoktu. Ancak artık mevzuattaki yasaları ve anayasayı zorlayan uygulamalar karşısında örneğin gazeteciler ve akademisyenler için tutuksuz yargılanmalarını istemesi bile koltuğunun alınmasına neden oldu.
»Dengeler altüst olmuş gibi AKP içinde... Kendi tabirleriyle "Reisciler" ve "Hocacılar" arasındaki savaş ne durumda?
Davutoğlu hiçbir zaman Erdoğan’a karşı çıkmamasına, başbakan ve genel başkan olarak yetkilerini tam kullanmayı talep etmemesine rağmen en küçük bir üslup farkında bile görevden alındı. Bu AKP’nin ülkede istediği yönetim tarzını gösteren en tipik olay oldu. Davutoğlu “bana neden darbe yaptınız” diye sitemde bulundu. Parti yöneticilerinin “bu partinin lideri Erdoğan’dır. Beğenmeyen gider” davranışıyla karşılaştı. Adeta partiden kovuldu. Kendi genel başkanına, başbakanına bu denli rencide edici davranan bir iktidar davranışının kendisinden olmayan kesimlere neler yapabileceğini kolayca tahayyül edebiliriz. Zaten açılan davalarla, baskı yasalarıyla, toplumun kazanımlarının ellerinden alınmasıyla bunu yaşayarak görüyoruz.
»Sosyal medya üzerinden "saray entrikaları"nı deşifre ettiğini iddia eden yeni hesaplar çıkıyor hergün, işin tuhaf yanıysa çoğu iddianın gerçek olduğunu görmemiz. Bu yüzden işin arkasında kim ya da kimler var hep merak ediliyor. Örneğin "Pelikan Bildirisi" nin arkasında kim ya da kimler var? Kulislerde geçen isimler var mı? Ya da hepsi birer "algı yönetimi" mi sadece?
12 Eylül askeri darbesinden çıkış dönemlerinde, toplumsal kesimler özgürlük ararken İslamcılar da kendi hareketleri çerçevesinde entelektüel birikimlerini arttırmalarıyla dikkat çekiyordu. AKP’nin bugün temsil ettiği muhafazakâr siyaset ya da siyasi İslam dediğimiz bu hareket, ağırlıkla o dönemki birimler üzerine gelişti. Ancak bugün AKP’nin asıl kadrolarını oluşturan kesimlerin ki, daha çok sosyal ve yazılı görsel medyada bu kadroları ve tipleri görebiliyoruz. Bülent Arınç’ın da “troll ve troliçeler” diye ifade ettiği, doğrudan iktidarın kalemi ve sesi olan bu tipolojiler, 12 Eylül sonrasındaki İslamcı karolardan fersah fersah uzak haldeler. Okuyan, araştıran ve başka kesimlerle de ülke sorunlarını tartışmak isteyen kesimden bugün eser yok. Bunun yerine saldırgan, kendinden başka kimseye hayat hakkı tanımayan, kültürel ve entelektüel birikim olarak diplerde bir takım tipolojiler iktidar adına arzı endam ediyorlar. Bu aslında AKP’nin insan malzemesinin ne hallere geldiğinin bir göstergesi. Muhafazakar siyaset ya da siyasal İslam açısından da vahim ve hazin bir nokta.
»Davutoğlu'nun "milli irade hiçe sayılarak üzerinin çizilmesi"nin yansıması nasıl bir siyasi aritmetik doğurur?
Burada AKP’ye oy veren geniş yığınları ayırmak gerekir. Onların 23 buçuk milyon oyu var AKP’de. Bu seçmenin büyük bir bölümü hayata bu troll ve troliçeler gibi tabii ki bakmıyor. Ancak AKP siyasetini yürüten kadrolar demokrasi, özgürlük, adalet gibi insanlığın ortak dertlerini daha da ilerletmek şeklindeki arayışların tam karşısına geçmiş durumdalar. AKP kadroları bunlara karşı sürekli kendi iktidarlarının birileri tarafından devrileceği paranoyasıyla para-güç imkânlarını devlet ayıtının sağladığı avantajlarla kıskaç bir biçimde koruma kaygısında bulunmaktalar.
»AKP’de bundan sonra ne olur?
AKP ülkede ve partide tek adam dışında hiç kimseye yaşama şansı vermeyen bir noktaya giderken, bugün partinin kurucu babaları dediğimiz iki önemli isim, Abdullah Gül ve Bülent Arınç neredeyse patinin kapısından geçemez hale getirilmiş durumdalar. Diğer tasfiye edilenleri saymaya bile gerek yok. Arınç, Kürt sorunu bağlamında Dolmabahçe mutabakatı konusuyla ilgili ve ülkedeki özgürlükler konusunda eleştiriler yaptığında, bizzat Erdoğan tarafından “o zat” kategorisine alındı. Hatta “Gül ve Arınç da paralel ilan edilirse şaşıramayın” sözlerini bile duyduk. Önümüzde AKP’nin en önemli gündemi de başkanlık sistemine geçmek olduğuna göre tasarlanan yönetim anlayışı konusunda duyulan otoriterleşme kaygılarının çok haklı olduğu ortaya çıkıyor.
»Meclis'te, özellikle komisyonlarda tansiyon çok yüksek. Yumruklar, tekmeler havada uçuşuyor. Geçmiş dönemlerden hatırladığım; genel kurulda ne kadar şiddetli tartışmalar yaşasalar da, dışarda vekillerin çay içip, konuşabildikleri bir meclis. Şimdilerde durum nasıl? Hâlâ konuşabiliyorlar mı, yoksa orda da kamplaşma net mi?
Dokunulmazlık konusunda da AKP, Benzer bir biçimde “ benden olmayana hayat hakkı yok” şiarıyla yürüyor. Geriye doğru 2 yıl çözüm süreci yürüten AKP şimdi yüzde yüz ters bir çizgiyle çözümsüzlüğü ve çatışmayı seçiyor. AKP sadece Kürt sorununda değil, tüm sorunlarda artık çözümsüzlüğü tercih edip kendisi dışındaki kesimler için “ya sev ya terk et” noktasına gelmiş durumda. Neden böyle çünkü iktidarı ölümüne olduğu gibi aşkla da seviyor. AKP artık iktidar aşığı bir parti konumunda ve hep bir gün iktidardan giderse korkusuyla yaşıyor. Geçmişte iktidara gelmeden önce AKP siyasetinin bazı talepleri diğer siyasi kesimlerce tartışılabilir bulunabilirdi. Ancak iktidarda rakiplerine sergilediği bu tutumlardan sonra AKP’nin ortaya koyacağı hiçbir öneri tartışılır bulamayacaktır. Çünkü rakiplerini ağır bir tehdit yaşattı. Dolayısıyla muhalif kesimlerin AKP’den gelecek önerileri inandırıcı bulmasına imkân kalmadı.